İsrail başbakanı Yitzak Rabin
kendisine ateş eden gence doğru dönüyor,
yere düşmeden önce...
Uluslararası TV görüntüleri
Şair Ali Cengizkan "Şairin Nergisi" kitabında yukarıdaki "an"ı bir epigrafa dönüştürüyor ve soruyor: "Neyi söz verir nesne?"
Sahi epigrafların, anlatısından ötesini ifade eden dönüştürücü etkisi ve tarihin akışında bir düzlemi dondurabilme marifeti bize neyi söz veriyor?
"An" dediğimizin nesneleşmesi, unutulmayacak olana dair bir gösterge mi? Ya da yönergenin ötesine dahi geçemeyen "durdurulmuş kareler", sırasını bekleyen diğer çarpışmalar ile son bulmayacak mı?
Hayat, yaşadığımız bu çağda epigraflar ile tarihe yerleştirdiğimiz "an"lar toplamı halini alıyor. Zihnimizde epigraflaşacak o fotoğrafla karşılaşma; önce dehşeti, ardından şaşkınlıkla yok saymayı, ardından da yüzleşmeyi doğuruyor. İşte tam da bu noktada yüzleşilemeyen ve hesabı sorulamayan her epigraf o anda kalmaya mahkum ediliyor, geleceğe dair bir alıntı malzemesi olmaktan öteye geçemiyor.
Dehşet ile belleğe yerleşmiş kareler ve fotoğrafın şok edici etkisiyle araya koyulan mesafe, vicdan ile doldurulamayacak bir oluk açarak derinleşiyor.
Epigraflaştırma sonrası tıkanma sürecinin çözülüşü olarak ortaya çıkacak olan eylem, o "an"ın biriktiricilerini içine çekemiyorsa, epigrafın büyüsü eylemin sarsıcılığının üstüne çıkıyor. Etki, etimizde hissedemediğimiz tarihsel sürecin içine gömülüyor ve "an"ların yıldönümlerinde zihnimizden çıkardığımız albümlerde yerini alıyor.
Epigraflar ile hayattan kareler biriktiren bir "an" koleksiyoncusuna dönüşen kişi, yakın tarih anlatısının edilgenliğinde sanrı yaşarcasına donuklaşıyor. Şimdisinde hesabı sorulacak "an"lar iç çekişlerle bir sonraya erteleniyor.
Derken epigraflar acıtarak akıyor:
Kocasının sırtına sapladığı bıçakla yüzükoyun yatan kadın, Uludere'de yanık bez yığınları haline gelmiş insan bedenleri, toprak altından çıkarılan oğlunun kemiklerine hasretle sarılan anneler, dizimizin dibinden çekip götürülen arkadaşların son bakışları, kocasının öldürdüğü kadının tabutunu omuzlayan kadınlar, yirmi yılı mahpuslukla geçirmiş sevgililerin yıllar sonra duruşma salonunda buluşan gözleri, Rakel'in çutağının yokluğunda içine dolan o öfkeli özlem, dağlarda ölen çocuklarının avuçlarına kınalar yakan anneler, kuyulara isimler bağıran babalar...
Kurbanın dilinden ve bugününden anlatılan zulüm, aniden gayri şahsi ya da tarihsel çizgiye izdöküm olarak yerleşiyor. Anlatıcı yabancılaşıyor, dinleyen yabancılaşıyor. An, o anda kalıyor ve kilitleniyor. Bu yabancılaştırıcı etki üzerinden kurulan dünya/dil/anlatı TV kanallarından, gazetelerden, sanal mecralardan biriktirdiğimiz çağın görkemli epigraflarında bizi kendisine hapsederek birer vicdan köpüğüne dönüştürüyor.
Ve oralarda çocukların üzerine hala bombalar yağıyor.
Sahi nesne şimdilerde neyi söz veriyor? (SG/HK)