Fotoğraf: Roza Yiğit/bianet/ Diyarbakır
Deprem bölgesinden yayına bağlanan bir depremzede “Sadece yutkunuyoruz. Devlet yetkilileri bu yutkunmanın altında çok şeylerin yattığını unutmasınlar, bunu da not etsinler. Bu ülkeyi nasıl idare ettiklerini çok iyi biliyoruz” dedi.
Yaklaşık bir haftadır enkaz yığınları altında kalan insanların kurtarılma anlarını izliyoruz; enkazdan yakınlarını kendi imkânlarıyla kurtarmaya çalışan insanların çığlığını duyuyoruz. İnsanlar yıkılan binaların enkazından sevdikleri çıkarılsın diye kışın ayazında bekliyor hâlâ.
Son günlerde yurtiçi ve yurtdışından kurtarma ekiplerinin büyük bir emekle moloz yığınları arasından sağ çıkardığı insanların mucize eseri hayatta kaldıklarına tanıklık ediyoruz.
Şiddetli iki depremde hayatını kaybedenlerin sayısı yazı yayına girmeden önce 29 bin 605, yaralı insan sayısı 80 binin üzerinde açıklandı ama can kaybıyla ilgili henüz net bir bilgimiz yok!
Depremden toplamda 10 il ve 13,5 milyon insan, kedi, köpek onlarca hayvan doğrudan etkilendi. Hatay, Maraş, Adıyaman, Malatya, Antep, Kilis, Diyarbakır, Urfa, Osmaniye, Adana gibi farklı kültürlerden, inançlardan toplulukların bir arada yaşadığı şehirlerin büyük bir kısmı yok oldu.
Üzüntüyle karışık bir öfke hâli hâkim... Yaşananlar bir kâbus gibi geliyor önce. Bilmem size de aynısı oluyor mu ama yaşananların gerçek olup olmadığına dair kafamda bazen tuhaf boşluk oluşuyor, yanıtını vermekte güçlük çektiğim sorular...
Şu son bir haftada olanlar; büyük deprem, yıkılan evler, enkaz yığınları, enkaz yığınları içinde ve çevresinde çaresiz insanlar... tüm bunlar gerçek mi? Veyahut okuduğum bir distopya romanında mı geçiyor? Görüp işittiklerim doğru mu?
Ölümden sonra bir yaşam olup olmadığı, cennet-cehennem kavramları beni hiç ilgilendirmedi. İnanan insanlara saygım sonsuz ama eğer kutsal kitapların “cennet” diye vaat ettiği bir yer varsa o bu dünyada olmalıydı. Kesinliği kanıtlanamayan bir “öbür dünya” için değil tüm enerji büyük bir titizlikle bu dünyanın huzuru, mutluluğu, barışı için harcanmalıydı...
Kaç gündür kafamda garip bir uğultu... Kafamın içindeki ses durmuyor bir türlü: Acaba burası, şu an içinde bulunduğum zaman ve mekân “öte dünya”ya mı ait?
O dünyada mı yaşanıyor bu olanlar? İnanıp inanmamak bir yana kötü bir sonla bağdaştırılan “kıyamet” dedikleri mi yaşanan yoksa? İnsanlığın hiçbir zaman bilemeyeceği tek şey belki de ölüm anında, o son anda hissedecekleri...
Bir kez ölür insan ve son nefes alışında kimin ne hissettiği bilinemez. İşte böyle bir bilinmezlik düşüncesiyle bu dünyada olduğundan şüphe duyan ama “başka bir zamana” geçip geçmediğini de bilememe gibi bir ruh durumuna sürükleniyor insan.
Yaklaşık iki ay önce veterinerin hatası sonucu canımızdan can koptuğunda, oğlumuz (kedimiz) Paşa’yı toprağa verdiğimizde böyle olmuştu. Bir haftadan beri de binlerce insanın enkaz altında olduğunu düşündükçe, binlerce insanın ölümünü duydukça, yaşanan çaresizliği, büyük trajediyi gördükçe böyle oluyor.
Hani sabah uyandığınızda, gözünüzü ilk açtığınızda akşam uykuya dalmadan önceki ânı ve öncesini düşünürken, o kısacık sürede hayatın ve zamanın akmakta olduğunu idrak etmeye çalışırsınız ya, onun gibi.
Kafanızdaki o uğultu ve sorulardan da birazcık kurtulabilirseniz olanı idrak etmeye başlarsınız. O sürenin sonunda bir önceki gün yaşananın aslında bir kâbus olmadığını fark edersiniz.
Gördüklerim, işittiklerim, içinde bulunduğumuz durum gerçek!
İçiniz yanar, yutkunur ve eliniz kalbinize gider, ‘İşte burası’ dersiniz, sıkışıyor.
Seçim rantıyla dayanıksız binalara ruhsat verildi
İnsanları mucize eseri hayatta kalmaya, toplumu o mucizelerde umut aramaya mahkûm eden devlet aygıtı, merkezî ve yerel yönetimleriyle zamanında deprem gibi bir doğa olayına karşı önlem almadığı için tüm bu yıkım.
1999’daki Marmara depremiyle ortaya çıkan büyük yıkımdan sonra binaların tüm mevzuata rağmen hâlâ malzemeden çalınarak yapıldığına mı yanarsınız; devlet dairelerinde, yerel idarelerde imar planları ve denetim mekanizması üzerinden dönen rüşvet çarkına mı? “Benim memurum işini bilir” diye tarihe geçmedi mi o çarkın adı?
2012’de depreme dayanıksız binaları ve riskli alanları dönüştürmek için çıkarılan “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”un kamucu bir anlayışın aksine; müteahhitlere ve siyaset erbabına rant yaratma odaklı ve “kentsel dönüşüm” projeleriyle dar gelirli halkı yaşadığı yerlerden şehrin uzak noktalarına sürerek, hak kayıplarına sebep olarak uygulanmasından tutun seçim zamanlarında çıkarılan imar aflarına kadar uzanıyor konu.
En az 20 milyon yapı stokunun bulunduğu Türkiye’de bu yapıların yüzde 50’sinden fazlası imar mevzuatına aykırı; mühendislik hizmeti almadan, zemin etütleri yapılmadan, uygun demir ve beton kullanılmadan inşa edilmiş; gecekondu, çürük ya da riskli bina. 2019’daki yerel seçimlerden bir yıl önce (2018) çıkarılan imar affıyla ruhsatı bulunmayan, imara ve ruhsat eklerine aykırı milyonlarca bina yasal hâle getirildi.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un bir soru önergesine verdiği yanıta göre imar affı kapsamında Türkiye genelinde toplamda 7 milyon 85 bin 969 adet yapıya hiçbir denetim yapılmadan kayıt belgesi verildi ve bunların 5 milyon 848 bin 927’sini konutlar oluşturuyor.
Depremden en çok etkilenen iller olan Hatay’da 71 bin 738, Gaziantep’te 76 bin 605, Kahramanmaraş’ta 39 bin 58 Malatya’da 22.329 yeni yapı kayıt belgesi verildi. O yapılarda yaşayan aileleri nüfus bakımından düşününce imar affından yararlanıp da yıkılan yapılar nedeniyle hayatını kaybedenlerin, yaralananların sayısı üçe beşe katlanıyor.
Çevre Bakanı Kurum, depremde 12 bin 141 bina ve 66 bin 58 bağımsız bölümün yıkıldığını ve ağır hasar aldığını açıkladı. Yıkılanlar arasında kamu binaları; hastaneler, belediye binaları, çöken havalimanı pistleri, karayolları var. Depremde yıkılan İskenderun Devlet Hastanesi’nde hastalar ve hastane çalışanları göçük altında kaldı.
İskenderun Devlet Hastanesi’nin A Blokunun 2012’de depreme dayanıksız olduğu tespit edilerek hastane hakkında yıkım raporu verilmişti. Aradan geçen 10 yıla rağmen hastane taşınmamış ve olası bir deprem anında hastalar ve hastane personeli resmen ölüme terk edilmiş.
Sağlık Bakanlığı tarafından yaptırılarak 2016’da hizmete giren Hatay Şehir Hastanesi ise büyük hasar aldığı için kullanılamaz duruma geldi. Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nin sadece acil servisi hizmet verebiliyor.
2007’de açılan Hatay Havalimanı da akademisyenlerin hazırladığı rapora göre Amik Gölü kurutularak fay hatlarının üzerine yapıldığı için havaalanının pisti, ulaşım yolları çöktü.
Afete müdahalede kritik önemde olan havayolu bölgeye hızlı ulaşımı sağlayacaktı oysa. Sağlık kurumlarının, ulaşım merkezlerinin bile ihmal edildiği, deprem yönetmeliklerine uygun yapılmadığı bir ülkede her şey Allah’a bırakılıyor; depremzedelere “Bunlar kader planının içinde olan şeyler” deniliyor ki, nasılsa egemenler o “kader planı”nın hep dışında.
Siyasî iktidar aktörleri, iktidar yakını medya Pazarcık ile Elbistan merkezli art arda yaşanan 7,7 ve 7,6 büyüklüğünde depremleri durmadan “asrın felaketi” diye anlatıyor; birlik-beraberlik talep ediyor. Sivil toplum örgütlerinin, belediyelerin deprem bölgesine ulaştırmaya çalıştığı yardımları taşıyan tırlar bile engellenmeye çalışıldı.
Toplum AFAD’a ve Kızılay’a güvenmediği için AHBAP Derneği’ne bağış yapıyor ancak dernek hakkında iktidar mahfilleri tarafından yoğun bir itibarsızlaştırma kampanyası yürütülüyor. Cumhurbaşkanı ilk kez deprem bölgesine gidiyor, o günün akşamında Twitter’ın bant genişliği daraltılıyor; enkaz altındaki insanların yardım çığlıkları kesilmek pahasına.
Bunlar depremin etkilediği alan ve büyüklüğü gerekçe gösterilerek devletin daha en başta ilk üç gün hiçbir şey yapmamasındaki ihmalin üstünü örtmeye çalışmaktan başka bir şey değil.
Devletin kurumları ve yöneticileriyle; enkazdan insanları kurtarmak, acil olarak sağlık hizmeti ulaştırmak, iletişim kanallarını açık tutmak, çadır kurmak, depremzedelerin kara kışta soğuktan korunmalarını sağlamak, su ve yiyecek temin etmek, bölgeye mobil tuvaletler koymak, asayişi sağlamak gibi temel görevlerini yapmadığı her gün biraz daha açığa çıkıyor. İnsanlar yakınlarını enkaz altından çıkarabilmek için arama-kurtarma ekipleri, iş makinesi, vinç ve kritik önemdeki pek çok ekipman yetersiz sayıda olduğu için başka illerden kendi imkânlarıyla vinç getirttiler. Binlerce insan elleriyle moloz yığınlarını kaldırmaya çalıştı/çalışıyor sevdiklerinin üzerinden.
Devletin ise enkaz altında yaşayan insanlar olabileceği hâlde iş makineleriyle bazı noktalarda enkaz kaldırma çalışmalarına başladığı görülüyor. Enkaz noktalarının her birinde arama-kurtarma çalışması yapılmadan bu acele niye?
Tüm bu yaşananlar deprem kuşağında olan ve daha önce depremlerde büyük yıkımlar yaşamış bir ülkede siyasî iktidarın hiçbir şekilde afet yönetim bilinci, becerisi olmadığını gösterdi.
Enkazdan insanların kurtarılamamasında, çadır kurulamamasında, insanların aç bırakılmasında, İskenderun Limanı’nda çıkan yangının günlerce söndürülememesinde, sağlık hizmetlerinin gecikmesinde, hijyen sağlanamamasında; her bir ihmalle ilgili olarak günlerdir koordinasyonsuzluk konuşuluyor.
Uzmanların yıllardır fay hatlarına yönelik uyarılarına, deprem riski resmî kurumların belgelerinde yazmasına rağmen bazı binaları güçlendirmekten dayanıksız binaların yıkılıp yeniden yapılmasına, olası bir depremde uygulanacak bir afet yönetim planının bulunmamasından afete müdahalede saniyelerin bile önemli olduğu hâlde günlerce gecikilmesine, siyasal sistemin sorunlarından, kurumlardaki çürümeye, liyakatsiz yöneticilere kadar devlet enkaz altında kaldı.
Zira siyasî ve ekonomik çıkarı gereği de “ölüm kültürü”nü benimsemiş, bunu yaygınlaştırmanın derdinde olmuş, bilime, hayata sırt çevirmiş siyasal İslamcı bir kadro ile liderliğinden ötesini beklemek de naif olur.
Depremlerin olduğu andan itibaren planlı olarak ve derhâl harekete geçilseydi, şimdiye kadar bilim insanlarına kulak verilseydi depremlerdeki can kaybı önlenebilecekti.
İçiniz yanar, yutkunur ve eliniz kalbinize gider, ‘İşte tam şuramda’ dersiniz, bir ağrı!..
(SE/EMK)