26 Ekim 2011 akşamı Kanal D'nin başlattığı ve ardından ATV, Star, Fox, NTV, Kanaltürk, CNN Türk, Beyaz TV, Fenerbahçe TV ve Beykent Üniversitesi televizyonları ile pek çok yerel televizyonun (bazı radyo istasyonlarının) işbirliğiyle ulus çapında bir telethon (bağış toplamak için düzenlenen uzun televizyon programı) düzenlendi.
Saatler içinde yaklaşık 62 milyon Türk lirası değerinde rekor bağış toplandı. Bir gece evvel Samanyolu TV'nin tek başına düzenlediği yardım gecesinde beş saatte 65 milyon toplandığını gözardı edemesek de, 26 Ekim telethonu Türk medya tarihinde bir ilki gerçekleştirdi.
Türkiye'de ilk kez bu kadar çok TV kanalı ve radyo yardım amaçlı ortak yayın yaptı. Post-Kemalist dönemin ideolojik fay hatları boyunca yeniden yapılanmış olan medya oligarşimizin rekabeti bir yana, "millet" olarak kurgulanmış hayali cemaatlerin yeniden üretiminde televizyonun oynadığı rolün ve birkaç saat içinde gösterebileceği etkinin altını çizmesi bakımından önemli sayılabilecek düzeyde bir telethon oldu.
Son birkaç aydır Kürt sorununda içinden geçtiğimiz gergin günler, su anda tüm savaş ve propaganda aygıtlarıyla eyleme geçirilmiş olan sınır ve sınır ötesi operasyonlar ve deprem sonrasında, özellikle, sosyal medya ağlarında kendini açığa vurmuş banal milliyetçiliğimiz ve ırkçılığımız düşünüldüğünde, kanımca, çok başarılı bir akşam oldu.
Van depreminin enkazı etrafında ateşler yakıp, bu ülkenin Cumhuriyet tarihinin başından beri yok saydığı vatandaşlarını nefretle yerden yere vuranlara yine en iyi cevap Türkiye'nin vicdanını henüz yitirmemiş vatandaşlarından geldi.
Kürt sorunu bağlamında, ana ivmesini 80'li yılların Anadolu'dan Görünüm programlarıyla (TRT) kazanmış ve son yıllarda ekranlarını sadece savaş sınır ötesi operasyon, şehit cenazesi ve cansız PKK'lı bedenlerle donatabilmiş olan şiddet ve melankoli televizyonu, karşımıza bir sosyal barış aktörü olarak çıkabildi.
Bu medya olayının ilk ideolojik okumasının, içinden geçtiğimiz karanlık günler bağlamında, bu olması gerektiğini düşünüyorum.
Ancak, bu tarihi medya olayı alternatif bir çözümlemeyi de gerekli kılıyor: Özellikle, Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) son yıllarda reality televizyonunun bir alt türü olan 'Charity TV'nin ("Hayır Televizyonu") politik rasyoneli hakkındaki akademik çözümlemelerin konumuz açısından aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum.
Neoliberal Toplumun Yeni Yönetim Aygıtı
Antonio Gramsci "Hapishane Defterleri ve Mektuplar" adlı eserinde, politik sorunların, kültürel sorunlar olarak yeniden kodlandığında ve böylece gizlendiğinde "çözümsüz" kılınacaklarına kanaat getirir.
Son otuz yıldır neoliberal kuşatmanın enkazı altında kalmış olan hayatlarımızın her sektöründeki sorunlarımızın kitle iletişim aygıtları ve onların ideolojik metinleri tarafından kültürel olarak yeniden kodlandığı bir devreden geçmeye devam ediyoruz.
70'li yılların sonunda egemenliğini kurgulamaya başlamış olan ve kendisini, sosyal adalet sorunlarından çekilmiş, mali disiplini merkeze alarak küçülmüş bir devlet modeli, özelleştirme (temel insan hakkı olan eğitim, sağlık ve konut sahipliği dahil) ve piyasa fundamentalizmi ile tanımlamış olan bu politik-ekonomik doktrinin devlet aygıtlarına nüfuz edişi ve toplumsal asimilasyonu her coğrafyada aynı şartlar ve metotlarla gerçekleşmedi.
Ancak, David Harvey'in altını çizdiği gibi, egemenliğini her yerde demokratik konsensus ve yeterli popüler rızanın üretilmesi yoluyla kurdu. Harvey, Naomi Klein'in bir Hollywoodvari korku dozunda kurguladığı Şok Doktrini tezlerinin tersine, demokratik konsensus argümanında ısrar eder.
Şili'de Allende'nin devrilmesini (11 Eylül 1973) periferide yapılmış bir ilk deney olarak kabul eder (12 Eylül 1980 ihtilalini de bu deneylere ekleyebiliriz. Görünüşe bakılırsa büyük deneyler için Eylül ayı tercih edilmiş).
70'li yılların sonundan itibaren şirket (corporation), medya, üniversite ve sivil toplum kuruluşlarıyla başlayıp, daha sonra siyasi partileri ve en sonunda devlet aygıtlarını fetheden politik-ekonomik doktrinin, 'sosyal adalet' sorunuyla zaten 68'den beri gerginlik yaşayan 'bireysel özgürlükleri' merkezine alarak estirdiği ideolojik rüzgârlara dikkatimizi çeker.
Televizyon, ilk olarak ABD'de, özellikle 2000'li yılların başından itibaren ciddi sosyal sorunlara çare bulan ve sosyal ihtiyaçlar konusunda kaynak dağılımını gerçekleştiren, şirket hayırseverliğini, bireysel hayırseverliği ve kişisel sorumluğu en ciddi sorunlara ve hatta doğal afetlere bile çare bulacak güçlü egemen değerler ve erdemler topluluğu olarak yeniden kodlayan bir kuruluş olarak ortaya çıkışını ancak neoliberal doktrinin politik ve kültürel ikliminde anlamlandırabiliyoruz.
Bu iklimde ''iyi vatandaş'', temelleri ekonomik altyapıda olan sosyal sorunlarını bireysel sorunları ve sorumluluğu, hatta kendi başarısızlıkları, eksiklikleri olarak içselleştirmiş hayırsever ve şefkatli vatandaştır.
Örneğin, Doç. Dr. Necmi Erdoğan'ın, Tanıl Bora, Aksu Bora, İlknur Üstün ile Türkiye'de beyaz yakalı işsizliği analiz ettikleri çalışmaları ''Boşuna mı Okuduk'' (Iletisim Yayınları) üzerine Birgün'e vermiş olduğu bir demeçte dikkat çektiği husus konumuz açısından oldukça aydınlatıcıdır:
"...bizim yaptığımız görüşmelerde en çarpıcı nokta, son krizin etkilerinin hâlâ devam ettiği ve işsizlik rakamlarının çok ciddi olduğu bir dönemde araştırma yaptığımız halde, diplomalı işsizlerdeki öfke yokluğuydu; iktidara, siyasal yapılara, iktisat politikalarına veya sermayeye dönük bir öfkeyle nadiren karşılaşmamızdı. Hakim olan eğilim yer yer krizden, istihdam veya eğitim politikalarından yakınmalar olsa da çeşitli anlamlarıyla sistemi suçlamaktan veya sisteme itiraz etmekten uzak bir dille konuşmak, işsizliği kendi bireysel hayat hikayesi, kendi CV'si, başarıları veya başarısızlıkları çerçevesinde düşünmeye meyletmekti.
''İlginç bir nokta, bizim doğrudan siyasal aidiyetle ilgili sorularımıza verilen cevaplar haricinde, siyasal süreçlere pek de atıfta bulunulmamasıydı. Hakim eğilim öfke veya itiraz değil. Kendini sorumlu tutma veya kendi kişisel özellikleri, beceri veya beceriksizlikleri ekseninde düşünmekti. İşsizliğin nasıl tecrübe edildiği büyük ölçüde ideolojik-politik süreçler tarafından belirleniyor. Yani insanlara işsizliğin nedenlerini sorduğumuzda ya da kendi işsizlik hikâyelerini anlatmasını istediğimizde politik referanslardan uzak bir biçimde konuşuyor olmaları durumunun kendisi bu ideolojik-politik süreçlerin ürünü."
Şüphesiz bu ideolojik-politik süreçlerinin tümünün demokratik yollarla üretimini kitle iletişim araçlarının etkisine atfedemeyiz. Ancak, 21.yüzyılın başından itibaren Hayır Televizyonu'nun ABD'de güçlü bir sosyal aktör olarak çıktığını görüyoruz.
Bu televizyonun neoliberal doktrinin ihtiyacı olan rıza üretimini kültürel olarak nasıl gerçekleştirdiğine kısaca bakmak, yeni felaketlere gebe fay hatları üzerinde yayılmış coğrafyamızda neoliberal doktrinin uygun buldugu belli değerleri referans alarak yeniden kodlanmakta olan sosyo-ekonomik sorunlarımızın, milli birlik, bütünlük ve kardeşlik temalı sentimental aşkınlık içinde kaybolup gitmemesine belki bir nebze yardımcı olacaktır.
Bugün ABD'de yüzbinlerce kişinin sağlık (Miracle Worker, Three Wishes), konut (Extreme Makeover Home Edition, Town Haul, Mobile Home Disasters), okul aidatı ve masrafları (The Scholar, Three Wishes), ulaşım (Pimp My Ride), afet yardımı (Three Wishes Home Edition), yiyecek, giyecek ve diğer temel ihtiyaçlar (Random One, Renovate My Family) için reality televizyonuna başvurduğunu biliyoruz.
1950'lerden beri "game show" programları da muhtaç yarışmacılara ciddi para yardımları, çeşitli ödüller ve imkanlar sağlamış olsa da, bugün "Hayır Televizyonu" adı altında incelediğimiz genre'nin (türün) artık sosyal ihtiyaçların yönetiminde ciddi bir uzmanlaşmaya ve prosfesyonelleşmeye yönelmiş olduğunu görüyoruz.
Reality televizyonu konusunda çalışan Laurie Ouellette, bu genre'nın kurguladığı yeni hayırseverlik kültürünün artık deregulasyon ve sosyal yardım reformuyla kurumsal dayanışma içinde olduğunun altını çizer.
Hayır televizyonu fenomenini, basit ideolojik tanımlamalar ya da okumalarla anlayamayız; Oulette'ye göre, bu televizyon artık yeni bir liberal kapitalist yönetim biçimi olarak ortaya çıkmış ve yeni sosyal rollere ve ilişkilere soyunmuştur.
Yaptığı bir nevi, kapitalizmin fazlalıklarını (surplus) vergiden muaf hayırsever olarak yeniden dağıtmaktır. En azından Amerika'da bu genre'nın artık tam anlamıyla bir sosyal güvenlik kurumu gibi çalıştığını iddia etmek abartı olmaz.
Hayır televizyonu dediğimizde önümüze çıkan en önemli kurulus ABC networku ve onun diğer pek çok hayır programına kültürel şablon olmuş, Aralık 2003'ten beri yayınlanmakta olan en popüler programı Extreme Makeover Home Edition (EMHE).
EMHE, konut sorunlarına çare arayanlardan haftada ortalama 15 bin başvuru alıyor. İhtiyaçlarına koşulan aileler çoğunlukla ciddi sağlık ve sosyal güvenlik sorunu olan aileler. Program boyunca, EMHE'nin tasarım ekibinin inşaattan, ev eşyasına, elektronikten peyzaj hizmetlerine kadar yüzlerce şirketle birlikte evleri nasıl yenilediğini seyrediyoruz.
Bu seyir sırasında kameralar sıklıkla bu firmalarının logo ve isimlerine zumlanıyor. Program sonunda, seyirciler, ABC'nin sitesinde bu firmaların daha detaylı bilgilerinin bulunduğu ve reklamlarının yapıldığı "As Featured" [programda göründüğü gibi"] sayfasına davet ediliyor.
EMHE'dan yardım almaya hak kazanan "model vatandaşlar", neoliberal vatandaşlığın ideallerine uyan vatandaşlar: Küçük ve orta ölçekli servis işletmelerinde yetersiz sağlık sigortasıyla şikayet etmeden çalışıyorlar. Çocuk ve yaşlı bakımı ya da engelli aile bireylerinin bakımı sorunlarını aile içi dayanışma ile halletmeye çalışıyorlar.
Konut sahipliği, kendi kendine yetebilirlik, müteşebbislik ve gönüllü hayırseverlik programda ödüllendirilen ve yüceltilen erdemler arasında. Özellikle, konut sahipliği konusunda programın pedagojik derslerini vermeyi üstlenmiş olan Sears (aynı zamanda EMHE'nin en büyük kurumsal ortaklarından) "Sears Amerikan Rüyası" adını verdiği kampanyası aracılığıyla konut sahipliğinin, din ve aile müessesesi gibi, kriminal eylemlerden finansal sorunlara kadar uzayan sosyal ve ekonomik problemleri en aza indirgeyecek bir mekanizma olduğunu savunuyor.
Burada özelleştirmenin siyasi amaçlarının kişisel sorumluluklarının bilincinde olan örnek vatandaş modeline eklendiğini görüyoruz.
EMHE'yi doğal afet sırasında da devlet kurumlarını marjinalize eden bir kuruluş olarak izledik. Katrina felaketinin ardından (2005), EMHE pek çok "Fırtınadan Sonra" bölümleri yayınlayarak -Bush yönetiminin de destek ve telkinleriyle, yeniden yapılanma kaynaklarının özel sektöre çekilmesi için seferber oldu.
Bu programlarda, Katrina'nın enkazı altından kalkabilmek için özel ve dini yardımlaşma vakıflarının katılımının, şirket hayırseverliğinin ve 11 Eylül sonrasında da olduğu gibi, bireysel tüketimin milli restorasyon için ne kadar önemli olduğu vurgulandı. Oturup, federal hükümet ve kamu kuruluşları beklenmemeliydi.
Neoliberal doktrinin disipline ettiği hayırsever vatandaşlar için, siyasi sorumluluk, "bireysel sorumluluk" ve "kendi cemaatine karşı sorumluluk" olarak yeniden tanımlandı.
İyi vatandaş, soru soran, devleti sorumlu tutan, vergilerini ödeyen vatandaş değil, hayırsever faaliyetlerle kişisel kaynaklarını cemaati için mobilize edebilen vatandaştı.
"Van İçin Tek Yürek"
"Van İçin Tek Yürek" telethon'una pek çok inşaat firması telefonla bağlanarak hem "milli birlik ve bütünlük" mesajları verdiler, hem de büyük bağış vaatlerinde bulundular. (Vaatlerde diyoruz, çünkü Ali Saydam'ın Akşam Gazetesi'nde 28 Ekim günü yayınlanan yazısında dikkat çektiği husus gerçekleşirse, "...müthiş bir toplumsal mutabakatla gerçekleştirilmiş bağış kampanyasında toplanan yaklaşık 70 milyonun 20 milyonu toplanmayacak"). Şirketlerin yöneticileriyle telefon bağlantıları kurulduğunda şirket ve marka isimleri bağlantı boyunca ekranda kaldı.
Konumuz açısından asıl önemli olan, telethon boyunca empoze edilen "iyi vatandaş" modeliydi. Kuşkusuz, parası olmadığını, fakat emzirecek sütü olduğunu ifade ederek yayına katılan anne hafızalarımızdan uzun zaman silinmeyecek.
Bu model annenin gölgesi altında, oyuncaklarını satıp elde ettiği 20 lirayı bağışlayan çocuklar, emekli maaşından önemli bir kısmı bağışlayan vatandaşlar, büyük fedakârlıklarla bağış yapan engellilerden de haber aldık...
Gece boyunca, asıl alkışlananlar asgari ücretin 658 lira, açlık sınırının 913 lira (dört kişilik bir aile için) olduğu ülkemizde tüm güvencesizleştirmeye rağmen önemli fedakârlıklarda bulunarak bağış yapan alt ve orta sınıf vatandaşlar oldu.
Bu satırların yazıldığı sırada, Van'da çöken binalar arasında son beş yılda yapılanların neden öne çıktığı, 21.yy Türkiye'sinde neden hala yurtların, okulların ve diğer kamu binalarının, öğrenci ve öğretmenlere mezar olduğu, 1999'dan beri toplanan vergilerin nereye gittiği, 2001 yılında yürürlüğe sokulmuş olan 4708 sayılı Yapı Denetim Yasasının hayata geçirilmesi için neden 10 yıl beklendiği gibi temel sorunların etrafındaki tartışmalar devam ediyor. Tamam "İnşaat ya Resulallah" da ama bu kaçıncı "Azra Bebek"?
Çocukken trafik kazaları sonucu otoyollarda hayatını kaybetmiş vatandaşların üzerine örtülmüş olan gazete kâğıtları beni hem ürkütür, hem de incitir, ağrıma giderdi. Görünüşe bakılırsa, bundan sonra, depremlerimizin üzerini de Hayır Televizyonunu ile örteceğiz. Bu da ağrıma gidiyor. (FÜ/HK)
*Yrd. Doç. Dr. Fatma Ülgen, Bilkent Üniversitesi