Dünyanın yüzde 70’i denizlerden oluşuyor; fakat denizler hakkındaki bilgimiz uzay hakkındaki bilgimizden daha az.
Bu bilgi açığını kapatmak için 2000-2010 yılları arasında 80 ülkeden 2700 bilim insani “Census of Life” adlı tarihi bir deniz araştırması yaparak bilinmeyen binlerce canlı türünü buldular ve yepyeni bir sualtı dünyasını keşfettiler. Ayrıca kırk yıl öncesine kadar bilinmeyen deniz altı dağları (“Seamounts) da şimdi inceleniyor ve denizlerde, Akdeniz dahil, bunlardan 30.000’den fazla olduğu tahmin ediliyor.
Bu deniz altı dağları biyoçeşitlilik açısından çok zengin ve birçok balık türü için zengin bir besin kaynağı ve habitat oluşturuyor. Bu zengin biyoçeşitlilik kaynaklarını yalnızca bilim insanları değil, son radar teknolojisiyle donatılmış, dev balıkçılık tekneleri ve troller de keşfettiler. Sonuç olarak sorumsuz ve zararlı balıkçılık faaliyetleri yüzünden balık türleri hızla tüketiliyor ve habitatlar yok ediliyor.
Bir zamanlar insanlık deniz kaynaklarının sonsuz olduğunu sanıyordu. Uluslararası hukukun babası sayılan ve 17. yüzyılda yasamış olan Hugo Grotius’un savunduğu “Açık deniz serbestlik ilkesinin” temeli de buna dayanır. Oysa, 21. yüzyılda deniz kaynaklarının insanlar tarafından nasıl hızla ve hoyratça tüketildiğini görüyoruz. Dünya balıkçılık rakamları endişe verici: Balık stoklarının neredeyse yüzde 90’a yakını “tamamen” ve “aşırı sömürülmüş” durumda. Yediğimiz balıkların yüzde 50’si de artık çiftlik ürünleri.
Yüzyıl önce inanılmaz olanı simdi gerçekleştirdik: Denizleri tüketiyoruz!
Deniz kaynaklarını tüketmenin yanı sıra denizleri de kirletiyoruz. Deniz kirliliğinin başlıca nedenlerini, gemi kaynaklı (yüzde 10), kara kaynaklı (yüzde 80), atmosfer kaynaklı ve denizde petrol arama faaliyetleri olarak sıralayabiliriz.
Uluslararası hukukta deniz ve deniz kaynaklarını korumak için birçok sözleşme yapılmıştır. En başta, Türkiye’nin henüz taraf olmadığı 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)’nin büyük bir bölümü deniz çevre ve kaynaklarının korunması ile ilgilidir. Bunun yanı sıra 1992 Biyoçeşitlilik Sözleşmesi bulunmaktadır. Alınan son karara göre (“Aichi Biyoçeşitlilik Hedefleri”) Türkiye dahil olmak üzere, bütün Taraf ülkelerin 2020 yılına kadar kıyı ve deniz alanlarının en az yüzde 10’unu koruma alanı ilan etmeleri gerekiyor.
Gemi kaynaklı kirlenmeye karsı Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Denizcilik Örgütü birçok anlaşma ve uygulama yapmıştır. Türkiye de bunların birçoğuna taraf olmuştur. Fakat, en büyük sorun halen “kolay bayraklı” diye adlandırılan az veya hiç denetlenmeyen gemilerin yarattığı kirlenme riskidir.
Denizler için en büyük tehdit belki de bugün karşı karşıya geldiğimiz iklim değişikliğidir. Şöyle ki, denizler aslında en büyük karbon yutağıdır. Fakat son bilimsel verilere göre aşırı asidifikasyondan (asitleştirme) dolayı bu fonksiyon kaybedilmiştir. Bunun deniz canlıları üzerindeki olumsuz etkilerini görmekteyiz. Mesela, biyoçeşitlilik açısından önemli olan mercan kayalıkları yok oluyor ve bu durumdan mercan kayalıkları ekosisteminin bir parçası olan deniz canlıları da etkileniyor. Asidifikasyonun yanı sıra, iklim değişikliğinden dolayı denizler ısınıyor ve bu da denizdeki hayatı olumsuz etkiliyor.
Mevcut uluslararası anlaşmaların, başta 1992 Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMIDCS) ve Kyoto Protokolü olmak üzere, iklim değişikliğinin denizlerdeki olumsuz etkilerine karşı yetersiz kaldığı söylenilebilir.
Türkiye’ye gelince; Karadeniz, Marmara, Boğazlar, Ege ve Akdeniz ele alınırsa durumlar pek iyi denilemez. Sorumsuz balıkçılık, çeşitli kaynaklardan gelen kirlenme, kötü idare, kıyılarda aşırı yapılaşma ve doğanın tahribi, denetimsiz turizm gibi çeşitli tehditler devam etmektedir. Ayrıca, Türkiye’deki deniz koruma alanlarının yüzde 10 rakamından oldukça uzaktır.
Deniz çevre korunması konusu çok geniş ve teknik bir alan olduğundan bu kısa yazıda bu önemli konu çok kısıtlı bir şekilde ele alınabildi. Oysa, hayat denizden geliyor ve maalesef ne Türkiye’de ne de dünyada olsun denizlerimizi yeterince korumuyoruz. (NO/ÇT)
* Dr. Nilüfer Oral, İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi
* Bu yazı Güncel Hukuk dergisinin Mayıs 2013 sayısında yayınlanmıştır.