Pandemi ve sağlık güvenliğiyle alakalı tedbirler yüzünden İstanbul’dan uzaklaşamayan birçok insan, rahatça nefes alabilmek için Prens Adalarına yönelmiş vaziyette. Bazılarının ekonomik sebeplerden dolayı daha uzağa gidecek hallerinin kalmadığı düşünülse de, bir kesime ait lüks deniz vasıtaları herhangi bir iktisadi krizden asla etkilenme ihtimali olmayanların varlığına da işaret.
Genelde Ege ve Akdeniz sahillerinde yaz tatili geçirmeyi âdet edindiği bilinen mega-yat sahipleri, kentteki belli başlı marinalardan yola çıkıp neredeyse bir elin parmak sayısını geçmeyecek İstanbul adalarının korunaklı koylarına, kıyılarına, hatta normalde pek demirlenmeyen, karadan epey uzak, derin deniz mıntıkalarına çapalarını atmakta. Etrafı koyu renkli camlarla kaplı ferah kamaralarından bazen hiç çıkmayan mevzubahis yat müdavimlerinin aksine genelde denize açılanların çoğu ise, ancak denizde hissedilen sınırsız hürriyet duygusunun bir çeşit temsilcileri haline geliyorlar.
Ses kirliliği şiddete dönüşüyor
Birkaç metrekarelik daracık alanları paylaşıyor olsalar da teknelerde bağıra çağıra sohbet edenler, nara atanlar ve gayet yüksek sesle müzik dinleyip ille de eşlik edeceğim diye çığlık çığlığa detone olanlar, iç içe demirlemiş vasıtalardan sık sık yükselen kakofonik unsurlardan. Normalde insana huzur verdiği için tercih edilen bol iyotlu deniz ortamlarına tezat oluştururcasına mütemadiyen hareket eden bazı vasıtaların motorları, jet ski müptelaları, deniz muzu ve benzerlerini aynı güzergâhta uzun süreler boyunca peşinden sürükleyenler, yan yana demirlemiş teknelerin arasından hız motoru sürenler ve daha neler neler…
Kıyıya yakın seyir halindeki büyük yatların vurdumduymazlıkla hızlarını kesmeyip sahildekileri devasa dalgalarıyla tehdit ettiklerini ayrıca unutmamalı.
Bir de düzenli olarak çıkan orman yangınlarını uzaktan pasifçe seyredip ”Vah, vah!” derken sahiplenmediği, elaleme ait saydığı adalara dair aslında herhangi bir duyguya sahip olmadığını hissettirenler var.
Ve yine, normalde tatilini geçirdiği beldelere gidemediği için tekne kiralayıp ilk defa denize açılanlardan müteşekkil olduğu anlaşılan, topluca can yeleği giymiş kalabalık grupların âcizliği dikkate değer.
Denizin her an canavarlaşabileceğini çok ölümlü kazalardan sonra mı idrak edebileceğiz?
Adalar kuşatılmış vaziyette
Karada empoze edilen sosyal mesafenin aksine, kalabalık demirleme alanlarının sürü psikolojisini kanıtlarcasına tercih edilmesi bir yana, yine karada pek yaşanamayan ve ifade edilemeyenlerin doludizgin deşarjı, zaten panayır yerine benzemiş adaların etrafını da bir lunaparka dönüştürmekte. Bu arada doğru dürüst yüzme bilmediği için denize atladığı tekneye dönemeyince komşu teknelere çıkanlar, rüzgârın yönüyle şiddetini, ayrıca su altındaki dokuyu ve suyun derinliğini kale almadan atılan çapaların taraması ve bunun sonucunda kontrolsüzce sürüklenen yatlar, deniz kültüründen uzak, hevesli olsa da hem kendisi hem etrafı için risk oluşturabilen yeni zenginleşmiş bir kesime işaret.
(Tekne sefasına meraklı, denizcilikten nasibini almamış birçok kişinin sabah çıktığı limana sağ salim ulaşması usta denizcilerin gözünde oldum olası mucize gibi bir şeydir!)
Kısacası denizin, kural tanımaz kaotik davranışlara, karaya ve karayollarına göre çok daha müsait olduğu artık anlaşıldı, ama risk faktörünü dikkate alanlar belli ki azınlıkta!
Usturmaça dehşeti
Bu vaziyetin başlıca sembolü, hatta bir pandemi kadar yaygın olanı, vasıta seyir halindeyken kurallara aykırı olarak bordadan sarkıtılmış usturmaçaların bir süs eşyası gibi teşhir edilmesi. Şanlı Osmanlı donanması zamanlarında, adı birçok denizcilik terimi gibi İtalyanca’daki stramazzo kelimesinden uyarlanmış, çarpmaları önleyici yastıkların bazıları denize kadar sarkıtabiliyor; kilise çanı misali usturmaçalar kontrolsüzce sallanıp teknenin süratini etkilediği gibi hız kazanıldığında çözülüp denizde kaybolma ihtimali ihtiva ediyor. Ani bir hareketle teknedeki bir yolcunun suratına şiddetli bir darbeyle çarpma olasılığını da beraberinde getiriyor.
Yan yana bağlı olan teknelerin kaptanlarının limanda veya marinada kullanması gereken usturmaçalar, belki estetik kaygılarla açık denizde gözümüze sokuluyor olabilir; belki de yat her harekete geçtiğinde asıldıkları noktalardan onları toplayıp ambara saklayacak kadar çalışkan denizciler kalmamıştır; tıpkı denize inmek için kullanılan madenî merdivenleri tekne harekete geçtiğinde suyla sürtüşmeyi önlemek üzere katlayıp kaldıracak takat veya bilinç kalmadığı gibi!
Tüm bunlar aslında fazla da tehlikeli hissini vermese bile aynı zihniyetle uyumlu şekilde, kapasitesinin çok üstünde doldurulmuş deniz taksisinin geçenlerde Heybeliada Çam Limanı yakınlarında batmış olması yeterince alarm verici sayılmaz mı?
Yüzme bilmeyenler dahil tüm yolcuların tesadüfen kurtulmasıyla sonuçlanan hadise, boğulan sayısının bir bile olmaması yüzünden mi kısa zamanda unutuldu?
Taksinin sorumluluğunu üstlenmiş işletmeci müesseseden hesap sorulmuş mudur, yoksa aynı hizmet, benzer vasıtalarla aynı şekilde sürdürülmekte midir?
Ayrıca, yoğun karantina günlerinde eksik olmayan denizdeki denetimler yaz hengâmesinde katbekat artırılmış mıdır?
Alışacaksınız!
Acaba adalara dayatılmış yeni otobüslerin şoförlerinin yüksek sesle ifade ettiği “(Adada otobüslere) ALIŞACAKSINIZ!” telkini denizler için de mi geçerli?
Sözkonusu belediye çalışanlarından adaya yabancı olduğu anlaşılanların, kaldırımın bile olmadığı bazı sokaklarda hızlarını düşürmemek için yayalara agresif kornalarını ısrarla çalmaları tek çare midir?
Her daim çok sevilen ve faytonların yerine empoze edilmiş vasıtaların da sahip olması istenmiş nostaljik öğelerden biri, faytoncuların kullandığı ve “çın çın” ses çıkaran fayton uyarı sisteminin elektronik versiyonu olamaz mı?
Yoksa amaç hafızayı tamamıyla silip İspanya’nın Mayorka adası gibi turistik dejenerasyona çanak tutmak mıdır?
Burgaz adasının Gezinti caddesi çok enliymiş gibi otobüslerin, faytonlar için çok da eski olmayan bir mazide deniz doldurularak oluşturulmuş fazlasıyla geniş park alanında değil de caddede müşteri kabul etmesi hangi amaca hizmet etmektedir?
İtfaiye araçlarının zar zor ilerleyebildiği yerleşim merkezindeki sokakların geçişe her an hazır bulundurulması gerekmez mi?
Ya tam otobüslerin karşısında duran binaların önünde, gölgesine sığınılan ağaçlar sayesinde, faytonculardan esinlenerek otobüs personelinin vakit geçirmesi, yüksek sesle sohbet ederek sigara içmesi, orada oturanların özel hayatına muhtelif açılardan müdahale sayılmaz mı?
Daracık yüzölçümüne sahip İstanbul adalarında alanların çok daha ekonomik ve sistematik şekilde değerlendirilmesi şart değil midir?
Kayalık Madonna’sı
Karadağ’ın muhteşem Kotor körfezinde Meryem Ana’ya ithaf edilmiş, Kayalık Madonna’sı adını taşıyan kilisenin bulunduğu adacıkta vaziyet daha da vahim sayılabilir. Bilhassa yazları her gün binlerce turistin ziyaret ettiği ibadethane deyim yerindeyse istilaya uğruyor, İstanbul Boğazı’nın girişindeki Kızkulesi’yle adeta kader birliği yapıyor.
Muhtelif boyuttaki tekneler, yelkenliler, tur motorları, hatta gemicikler, peşi sıra adaya yanaşıp turistleri belirli bir düzen içerisinde olsa da boca ediyor. Kayalığın yanından geçen devasa kruvaziyer gemilerinin Venedik’i tehdit ettiği gibi barok-rokoko stilindeki ibadethaneye zarar vermediğini kim iddia edebilir?
Yine de Yugoslav disiplinini hatırlatan bir düzenle adanın ve üzerindeki değerlerin bir şekilde korunduğu hissediliyor.
Yönetmen Vladimir Peroviç belgeseline verdiği Our Lady’s Peace (Meryamana’nın Huzuru) başlığıyla vaziyete ironik olduğu kadar eleştirel bir bakış atıyor.
Ada dinî bir hac merkezi olması gerekirken, kalabalıkların tavrı ruhanilikten epeyce uzak ne de olsa. Para için feda edilmişe benzeyen ibadethanenin huzurunu bozanlar cep telefonlarını elden hiç bırakmadan mütemadiyen fotoğraf çekiyor, bazı çocuklar bağışlanan bozuk paraların toplandığı kurnayı karıştırıp oyun oynuyor, bazı çiftler ada çıkarmasını flört etmek için değerlendiriyor… Yine de gruplar belirli bir sayı çerçevesinde kiliseye alınıp klostrofobik durumların oluşmasına engel olunmaya çalışılıyor. Korona sonrası iyi havalandırmaya sahip olmayan tüm kapalı alanlar gibi Kayalık Madonnası’na da sosyal mesafe korunacak sayıda misafir alındığını ummaktan başka çaremiz yok gibi!
Tecrübeli sinemacı Peroviç, Corina Schwingruber İliç’in yönettiği All Inclusive (Her Şey Dahil) başlıklı bir diğer muhteşem belgeseli hatırlatan bir tavır sergiliyor. Durumu mümkün olduğunca objektif bir gözle teşhis edip yorumu seyirciye bırakıyor.
Fakat körfezin ortasındaki deniz trafiğini belgelerken görüntüyü bize hızlı çekimle yansıtarak tesirini kesinlikle artırıyor. Paralel şekilde hızlanan ses kaydıyla birlikte adayı istila eden motorların gürültüsü delirtici boyutta bir sinek veya sivrisinek saldırısını akla getiriyor. Aynı efekt kiliseye girmekte olan turistlerin sadece ayaklarına odaklanan sekanslarda da layıkıyla kullanılıyor.
Film geçenlerde 2020 Saraybosna film festivalinin belgesel yarışmasında yer aldı.
Eğlenmenin de adabı var!
Fotoğraf yönetimiyle de dikkat çeken 18 dakikalık belgeselin başlarında gün doğduktan bir süre sonra kilisenin bekçisi ana karadan gelip hazırlık yapmaya girişiyor. Gün boyunca yaşanan hengâme sonrasında ortalığa çekidüzen verip akşam adayı terk ediyor. “En azından geceleri Meryem Ana huzur buluyordur” diye düşünürken bangır bangır disko müziğine maruz kalıyoruz. Büyükçe bir tur motoru adacığın yanından geçerken suyu çıkmış müziğe, kadınlı erkekli eğlenenlerin çığlıkları, alkışları, kahkahaları karışıyor. Fakat körfez ahalisini rahatsız etmemek için olsa gerek, eğlence ana kamaranın içinde devam ettiğinden eğlenenleri biz göremiyoruz.
İster istemez akla Yesari Asım Arsoy’un “Biz Her Gece Heybeli’de Mehtaba Çıkardık” adlı şarkısına ilham veren romantik mazi geliyor.
Oysa şimdilerde, İstanbul’un Prens Adalarında gecenin sessizliğini yırtan, egzozu adeta patlamış hız motorları, geç saatlere kadar devam eden yüksek volümlü eğlenceler, erkek naraları, kavgalar, hatta silah sesleri; akabinde polis kornası ve ambulans sirenleri…
Yoksa bunlara da mı alışmamız bekleniyor? (MT/AS)