Dağlar aşıp, nehirler geçip dört saat süren bir yolculuk sonunda Amerika’nın en uç Kuzey Batı köşesinde yer alan Amerikan yerlilerinden Makah kabilesinin hakim olduğu Neah Bay’e geldiğimizde, kasabanın girişinde koca bir “Dur” tabelasıyla karşılaştık!
Amcam “İzah et yeğenim neden geldiğimizi” dedi.
Kulübesinde, yüzündeki maskesiyle, güzel ve güler yüzlü bir adam olduğu gözlerinden belli, bizim “Kızılderili” diye andığımız bu yerli Amerikalı kabilenin polisi Mart başından beri Covid-19 nedeniyle kasabayı ziyaretçilere kapattıklarını, sadece kasaba sakinlerinin girip çıkmasına izin verdiklerini, ziyaretçi kabul edemeyeceklerini söyledi.
“Abi bi dakka, biz dört saattir yoldayız” filan desem de, kibarca “Her zaman kapalı kalmayacak! Sizleri gene bekleriz” dedi ve önlerinde bir U çekip geri döndük.
70 yıl aradan sonra ilk kez 1999’da verilen izinle geleneksel yöntemle avladıkları balinanın etini paylaşıp, iskeletini sergileyen yerlilerin müzesine gidemedik bu kez. O ayrı bir hikaye…
Külleri okyanusu serpmek
Yarım saat kadar önce kıyısından geçtiğimiz Sekiu kasabasına geldik... Çoklukla balıkçı teknelerinin olduğu marinada balıkçılar için malzemeler satan markette çalışan iki gence, amcam ben arabayı park ederken neden orada olduğumuzu anlatmıştı bile.
Beş dakika sonra kucağında şirin köpeğiyle bir adam yanaştı yanımıza ve elini uzattı: “Ben John.”
Uzun bir süredir kimseyle tokalaşmadığımız için bir an bir şaşkınlık yaşadıysam da, bu samimi eli geri çeviremezdim, tokalaşıp amcam Mehmet’i ve kuzenim Ayhan abimi tanıştırdım.
“Oğlumun adı da Johnnie idi” dedi amcam ve devam etti: “Geçen yıl kasım ayında beyin kanserine yenik düşen oğlumun küllerini okyanusa en yakın yerde, deryaya dağılsın diye burada serpmeye geldik. Bizi açığa götürebilecek bir tekne bakıyoruz. Bize yardım edebilir misiniz?”
“Seve seve” dedi John. “Çok teşekkürler, size borcum ne olacak bu hizmetinize karşılık?” diye sordu amcam. “Sizden para almam, alamam, kabul edemem! Benim için bir onurdur size yardım etmek!” diye karşılık verdi John.
Amcam gururlu ve ilkeli bir insandır. Özellikle para konusunda kimseye borçlu kalmak istemez ve sevmez. Ona göre her hizmetin mutlaka bir karşılığı vardır. “Olmaz” dedi amcam. “Mümkün değil!” dedi John. Amcamın dolan gözlerinden akan yaşlar beni de ağlattı. Onu kucaklarken Ayhan abim de katıldı bize.
Bir baba oğlunu nasıl gömer?
Kaptanımız John, teknesinin adının ODDER olduğunu, babasının küllerini de aynı tekneyle iki yıl önce aynı mecrada sulara serptiğini iki satırla anlattı bize… Teknenin biraz dağınık olduğunu, gidip organize edeceğini söyledi ve bizden 10 dakika izin istedi.
Birbirine eklenmiş tahta paletlerle yapılmış marinada tekneye doğru yürürken nasıl bir yolculuk olacağına dair hiçbir sezgisi olmayan bizler Juan De Fuca kanalında akıntıya karşı, Nazım’ın dediği gibi “Dalga bir dağdır/ kayık bir geyik” misali, ine çıka yarım saat kadar yol aldık.
Teknenin yönünü rüzgara ayarlayan kaptanımız motoru durdurdu ve “Burası biraz daha sakin, isterseniz burada kalabiliriz” dedi...Amcam için son derece değerli ve önemli bir mekan olan Sekiu açıklarında Canada’nin Victoria adası önlerinde, Can’ın yakılan bedeninden kalan küllerini serptik!
Bir baba oğlunu nasıl gömer?
Bir baba oğlunu nasıl yakar?
Bir baba oğlunun acısına nasıl dayanır?
Bütün acıların yanında “Allah evlat acısı vermesin!” dileği ne büyüktür!
Amcamın uzun süredir çektiği acının yakın tanığı olan ve babalık duygusunu yaşamamış biri olan ben, bu soruya yanıt vermekte zorlanıyorum. Geri kalan ömrümde böyle bir acıyı yaşamayacağımı düşünüp, bir yandan “bu ne hazin bahtiyarlık” diye sorgulamadan edemiyorum kendimi. Ayhan abim, “Serpilen her avuç kül, bir süre suyun yüzeyinde beyaz bir bulut gibi kaldı” diyor. Dalgalara bırakıyoruz kendimizi...
“Dalga bir dağdır
kayık bir geyik!
Dalga bir kuyu
kayık bir kova!
Çıkıyor kayık
iniyor kayık,
devrilen
bir atın
sırtından inip,
şahlanan
bir ata
biniyor kayık!”
Sabahattin Ali’nin “Rüzgar”ı
Marinaya döndüğümüzde John ve küçük arkadaşı ile kucaklaşarak ayrılıyoruz yanından. Ver elini dağlar… Hurricane Ridge, Olympic Peninsula kıyısında Port Angeles’ın içinden yarım saat kadar okyanusa sıra sıra dizilmiş dağlara tırmanarak vardığımız, 59 Ulusal Parkın en gözdelerinden. Tepeye çıkarken gözümüzde büyüyen dağlar küçüldü orada. Amcamın yıllardır ezbere okuduğu Sabahattin Ali’nin Rüzgar şiirinin tam yeriydi. Gün batımında duyduğumuz tek ses rüzgardı. Kırar mı amcam bizi… Sesli sesli okudu Rüzgar’dan.
“Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
En büyük şey, en asil şey küçülür burda.
Burda yalan para eden biricik iştir,
Burda her şey bir yapmacık, bir gösteriştir.
Kimi coşar din uğruna geberir, yalan!
Kimi gider vatan için can verir, yalan!
Bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır;
Bir kahraman istibdadı ezer, yalandır.
Şairlerin büyük aşkı fani bir kızdır,
Bu dünyada herkes sinsi, herkes cılızdır.
Ne hakiki aşktan burda bir çakan vardır,
Ne de onu görse dönüp bir bakan vardır,
Her büyüklük cüzzam gibi dökülür burda,
En muazzam ölüm bile küçülür burda.
Benim kafam acayip bir dimağ taşıyor,
Her dakika insanlardan uzaklaşıyor.
Zaman zaman mağlup olsam bile etime,
İnsan olmak dokunuyor haysiyetime.
Büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum,
İşte rüzgar, şimdi sana sığınıyorum!
Asaletin yeri yoktur gerçi hayatta,
En asil şey seni buldum kainatta,
Güneş gibi ne bin türlü ışığın vardır,
Ne de süse, gösterişe baktığın vardır.
Deniz gibi muamma yok derinliğinde,
Bir ferahlık, bir saflık var serinliğinde.
Bir dev gibi küçük, mızmız sesleri yersin,
Allah gibi görünmeden hüküm sürersin.”
Dağların tepesinde de Can’ın küllerinden bir tutam rüzgara bıraktık. Son günlerdeki orman yangınlarının getirdiği puslu ve dumanlı havada gün batımının kızıllığını arkamızda bırakıp, karanlıkta uzun bir süre yol alıp Bainbridge adasından Seattle’a döndüğümüzde yaklaşık 13 saat süren yolcuğumuzu tamamlamıştık. Gülerek, ağlayarak, anıları paylaşarak, zaman zaman sadece sessizliğe bırakarak kendimizi bir günü daha devirdik. Yarın yeni bir gün...
(NÖ)