Geçen haftalar Paris üstüne konuşmanın dayanılmaz keyfine dalmıştık ki Şemdinli halkı bizi kendi gerçekliğimizle, Paris'ten baskın olan kronik sorunumuzla yeniden yüz yüze getirdi. Memleket olarak yeniden Susurluk günlerindeki tartışma atmosferine girdik. Bu tartışmayı ne kadar sürdürür ve Susurluk sürecinin sonuçlarından ayrımla bu kez karanlık güçlerin tasfiye edilmesini ne denli başarabiliriz, henüz belirsiz ama, en azından şimdi yeniden kendi kronik ve yapısal gerçeğimizle yüz yüzeyiz.
Esasen son bir yılda peş peşe gelen karanlık provokasyonlar, zaten sorunun ciddiyetini sürekli anımsatıp duruyordu. Ancak bizi gerçek yurttaş refleksi geliştirmekten alıkoyan korku atmosferi bundan kaçmamızı sağlıyordu. Ta ki Şemdinli halkı, olağanüstü bir yurttaşlık cesaretiyle kendi bombacı ve suikastçılarını, eylem malzemeleri ve planları dahil suçüstü yakalama başarısı gösterene kadar.
Son üç aydır Şemdinli ve çevresinde yoğunlaşan tüm bombalama ve öldürme eylemlerinin failleri olma olasılığı güçlü görevlilerin, üstelik hem suçüstü hem de önceki faili meçhul eylemleri aydınlatacak kanıtlarla ele geçirilip devlete teslim edildikleri halde serbest bırakılması, olayın kendisinden daha vahim bir durum oluşturmakta. Dahası, serbest bırakılan bu görevlilerin vatanseverliklerine dair en üst konumlardan gelen destek, zanlıları savunmak için görevlendirilen emekli askerlerin Ankara'dan Şemdinli'ye devletin helikopteriyle getirilmesi, Susurluk olayında da yaşadığımız gibi, söz konusu kişilerin, "devlet için kurşun atan ve yiyen kahramanlar" babında özel korumaya mazhar olacaklarının, dolayısıyla bu soruşturmadan da hiçbir hukuksal sonuç çıkmayacağının göstergesi.
Salt bu öğeler bile olayın aslında lokal değil, merkezi olduğunu göstermeye yeter ki, daha ertesi günden başlayarak medyada olayın lokal olduğunu kanıtlamaya yönelik dezenformasyon da bu durumun bir diğer göstergesi. Tüm bu gelişmeler olayın bu kez de kapatılacağını, en azından kapatılmak için tüm devlet otoritesinin harekete geçtiğini gösteriyor.
Kendilerine böylesi fiili ve psikolojik destek verilmemesi, dahası kollanıp "vatan görevi yapan kahramanlar" muamelesi görmemeleri halinde, aralarında 11 yaşında çocukların kurşuna dizilmesi dahil, delilleri karartılan, medyada "terörist" ilan edilen pek çok masum insan ölümü, bunca faili meçhul söz konusu olabilir miydi?
Şemdinli'nin Susurluk olmadığına dair yemin billah açıklamalar, eğer geçmişte Susurluk soruşturmasının engellenmediği, nereye kadar gidecekse oraya kadar gidebildiği bir arka plana dayanmış olsaydı, kuşkusuz inandırıcı olabilirdi. Oysa bizzat derin devlet örgütlenmesi olduğu kabul edilen Susurluk dosyasının bile kapatıldığını anımsanırsa, "Şemdinli'nin Susurluk gibi olmadığı" cümlesinin bizatihi kendisi yargının özgürce çalışması ve kamuoyunun gerçekleri öğrenme hakkına açık ve hukuk dışı bir müdahale oluşturmakta.
"Etnisite çatışmasına dönüşebilecek böyle bir yangının AB yolunu kapatacağı, dolayısıyla devletin bundan yararı olmayacağı, böyle bir eylemi devletin güvenlik güçlerinin yapması için yöneticiler çıldırmış olmalı" diyen analizlerin giderek artmaya başladığı bir dönemde, yaşananlara dair gerçekten de sağlam bir analize gereksinim var. Bu bağlamda doğru bir analiz yapamazsak sürecin bütün karanlığıyla bizi avucunun içine alıp keyfince yönetmesi kaçınılmaz.
Şemdinli halkının büyük şehirlerdeki nüfusa oranla yurttaşlık bilincine daha yakın olması, kuşkusuz ülkeyi tebaalarını yönetir gibi yönetmek isteyenleri fazlasıyla rahatsız eden bir durum. Ancak Şemdinli'de yoğunlaşıp tüm ülkeyi saran kaygı verici gelişmelerin nedeni daha derinde aranmalı.
Derinlik deyince kimilerinin aklına hep ve yalnızca ABD'nin gelmesi de, bu noktada özelikle anımsanmalı. Gerek Kemalist gerekse de onların etkileriyle hesaplaşmasını yapamamış, hala "nereden çıktı bu Kürt sorunu" yaklaşımını aşamamış kimi sol çevrelerde, gelişmelerin "ABD'nin oyunu" olduğu doğrultusunda yorumlara rastlamamız bundan. Soğuk savaş sonrası gelişmeleri ve bu yeni süreçte kimi güç ve politikaların ABD'ye rağmen sürdürüldüğünü görmeyenler, son gelişmeleri de ABD'ye olan bağımlılığın azalmasına bağlayabiliyorlar örneğin. Oysa sorun doğrudan kendi iç bünyemizde, bu bünyenin değişmeme inadında, demokratikleşme zorunluluğuna verdiği geleneksel tepkide düğümleniyor.
Nitekim Şemdinli'de yaşadığımız gelişmeler ancak bu realitenin görülmesiyle yerli yerine oturacaktır. Son dönemde Türkiye'nin uluslararası atmosferinde meydana gelen değişimlerin, muktedirlerin statükoyu korumaya yönelik kaygı ve psikolojik savaş yönelimlerini arttıran bir işlev gördüğü gerçeğiyle karşı karşıyayız. AB sürecinin Türkiye'deki iktidar ilişkilerinde ciddi bir değişimi zorlamasının yanı sıra, ABD'nin Irak Müdahalesinin Kürt sorunundaki sonuçları, muktedirlerin soğukkanlılığını bozan, kendilerini güvensizlikte duyarak tüm potansiyellerini seferberlikle iktidarlarını sürdürme arayışlarını kışkırtan bir işlev gördü.
Türkiye'de mevcut rejimin legal ve illegal anayasalarla, meşru ve gayrı meşru operasyonlarla yoğun bir koruma ve kollama atmosferinde tutulan yapısı, hem Soğuk Savaş'ın aşılması hem de AB entegrasyon sürecinde dayanaklarını yitirmiş bulunmakta. Oysa geçen süreçte Bölge Devleti olma kararlılığı edinen rejimin bu koşullarda karşılaştığı demokratikleşme basıncı onu iyice bunaltmış durumda. Bu basınçtan kurtulabilmek için sarıldığı Amerikancı terör karşıtı mücadele konsepti ise, bırakalım dünyayı, aynı konsepti kullanan ABD nezdinde bile ona yeterli korumayı sunamıyor. Çünkü Kürdün inkarı ve bölgede siyasal meşruiyetini engellemek temelinde şekillenen bu konsept, ABD'nin saplandığı Irak batağındaki bakış ve gereksinimle çatışıyor. Ve işte bu nedenledir ki, muktedirler bir yandan iç tahkimatı artıracak arayışlar sergilerken diğer yandan dışarıya müdahale edebilmelerini sağlayacak olanaklar aramaya, dahası yaratmaya çalışıyor.
Kendisini kuşatan bu dayanılmaz basınç, rejim için düşük yoğunluklu bir savaş ortamına gereksinim duyuruyor. Savaş olmalı ki kimse rejimin antidemokratik yapısını sorgulayamasın. Savaş olmalı ki AB ilişkileri kopsa bile kimse sesini çıkaramasın, AB'nin demokratikleşme basıncı kamuoyuna "bizi bölmek istiyorlar, bunlar zaten Sevr isteğinden hiçbir zaman vazgeçmemişlerdi" iddialarına kamuoyu desteği artsın. Şemdinli'de son üç ayda patlayan 22 bomba, sahte plakalı resmi görevli infaz timleri işte bu misyonla dolaşıyor. Aşırı milliyetçiliğin gizli anayasada tehlike olmaktan çıkarılması bu gereksinimin gereği. Bırakalım suç olmasını, insanları linç edebilecek denli gemi azıya almış bir milliyetçilik, mevcut iktidar ilişkilerinin sürdürülebilmesinin biricik toplumsal zeminini oluşturuyor.
Ülkemizdeki egemen güvenlik konsepti, hak ve özgürlüklerin ihlali olasılığına karşı vatandaşı korumaktan temel ayrımla rejimi koruma, statükoyu sürdürme stratejisi olduğundan, demokrasiyi ve halkın güvenliğini dışlıyor. Halkın bir milliyetçi cinnet içine sokulması da bu iktidar ilişkisini halkın tebaalaşan bilinciyle tahkim edilmesi kaygısının yansıması olmakta. Toplumun yurttaşlık aklını ortadan kaldırıp onu tebaalaştıran eksende kontrolü sağlanabildiği oranda demokrasi, hak ve özgürlük talepleri toplumsal talep olmaktan çıkacaktır, ki vatan, millet, çılgın Türk dalgasının ha bire körüklenmesi bu gereksinimin ifadesi.
Özetle dünün dünyasından oldukça farklılaşıp belli bir çözümü zorunlu kılan bu yeni koşullarda Kürt sorununun telaffuzuna bile tahammülsüz, askeri çözümde ısrarlı, bölge ülkelerinde hak iddia eden bir aklın kendi egemenliğini dünyaya rağmen koruma inadı ile karşı karşıyayız. Ülkemizin kalkınmasının yanı sıra demokratikleşmesine de karşıt işlev gören bu inadın ise, mevcut iktidar yapısını sürdürmekten başka anlamlı bir nedeni bulunmamakta. (EA/TK)