Demokrasinin görece gelişkin olduğu Batı ülkelerindeki seçimlere katılım oranı düşündürücüdür. Halkın önemli bir oranı oy kullanmıyor. Katılımın yüzde 40’larda, hatta bu seviyenin de altında olduğu örnekler yaşanıyor.
Aynı eğilimin dünyanın diğer bazı bölgelerinde de yaşandığı gözlemleniyor.
Öyle ki sadece oy kullanmayanlara yatırım yaparak akıllarını çelme yeteneğini sergileyebilecek art niyetli bir kişi ya da grup kolayca hükümet olabilir.
Elbette sadece oy kullanmakla demokratik görevler yerine getirilmiş sayılmaz ama bu da bir göstergedir.
Seçimlerin bir tiyatroya dönüşmüş olması, siyasetin kendini tekrar etmesi, umut veya heyecan yaratacak çıkışların olmayışı ya da bu konuda zayıf kalınması ve bireyselliği pompalayarak sosyal sorumluluk algısını zayıflatan kapitalist sistemin bu tablodaki rolü yadsınamaz.
Fakat sorunun asıl kaynağını demokrasinin algılanış biçiminde aramak gerekir. Çünkü demokrasi daha ziyade hak ve özgürlükler boyutuyla algılanıyor, görev ve sorumluluklar ise pek önemsenmiyor.
Oysa insanlık sadece seçme ve seçilme hakkını kazanmak için ne mücadeleler verdi ve ne bedeller ödedi!
William Ebenstein’ın, “Demokrasinin kıvrak çeşitliliği ve yaratıcı plüralizmi onun görkemidir ama üyeleri sadece haklar ve hürriyetlere sahip bireyler olmayıp aynı zamanda görevler ve mecburiyetlerle yüklü toplumsal varlıklar olduklarını unuttuklarında bu çeşitlilik ve plüralizmi bir çürüme ve çözülme haline gelir” sözleri bu bağlamda uyarılar barındırıyor.
Ve, kendimizi sosyal--siyasal sorumluluklardan yalıtarak bireysel yaşamın girdabına kapılmış bir yaşamı yaşam bellediğimizde sorun çözülmüyor; demokraside yaşanacak bir çürüme ya da çözülmenin sonuçları illa ki bize de yansıyacak ve yaşamımızı etkileyecektir.
Polybius, monarşi, aristokrasi ve demokrasi olarak üçe ayırdığı yönetim sistemlerinden her birinin kendi bünyesinde onu yozlaştıracak tohumlar barındırdığını, eğer her birinin muhalif ilkesinin onu dengelemesi ve sınaması olmadan kendi halinde işlemeye bırakılırsa monarşinin kolaylıkla tiranlığa dönüşebileceğini, aristokrasinin oligarşi batağına saplanabileceğini ve demokrasinin kaba kuvvet ve şiddetin güruh yönetimi haline gelebileceğini söylüyor.
Polybius’un bu değerlendirmesi yaklaşık 2000 yıl öncede geliyor, elbette ki güncele olduğu gibi indirgenemez. Fakat “her yönetim sisteminin kendi bünyesinde onu yozlaştıracak tohumlar barındırdığı ve şiddetin güruh yönetimi haline gelebileceği” tespitlerinin güncelde karşılığı vardır ve üzerinde durmayı gerektirir.
Şunu iyi biliyoruz ki Hitler seçimle iktidara geldi. Yine seçimle iktidara gelen ve baskıcı rejimler kurarak hak ve özgürlükleri askıya alan Hitler türevi iktidar örnekleri de yok değil.
Keza demokrasiyi kendine ülkü edinen bir yönetimin bile zamanla otoriter bir hal almayacağının somut güvencesi yoktur.
Polybus’un güvencesi, muhalif ilkelere dayalı dışsal denge üzerine kurulmuştu.
Çağımızdaki güvence ise, tamamlayıcı ilkeye dayalı içsel dengeyle mümkündü
Yani demokrasinin yozlaşması ve çözülmesi hak ve özgürlüklerin tamamlayıcı ilkesi olan görev ve sorumlulukları özümsemekle yaşanacak olan içsel dengeyle önlenebilir. (AB/APK)