Günün Avrupa’sında aşırı sağ partilerin yeniden yükselişinin elbette çok sebebi var. Günümüz koşulları 1920’li ve 30’lu yıllardaki aşırı sağ yükselişinde farklı koşullara sahip olmakla birlikte, karşılaştırdığımızda ortak özellikleri de görebilmekteyiz.
20. yüzyılın başında dünya ekonomisinin en tepesinde yer alan İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Japonya ve Amerika arasındaki rekabet 1. Dünya Savaşı’nı doğurdu. Dünya pazarlarını yeniden paylaşıma açan savaş, milyonlarca emekçinin birbirini öldürmesine, üretici güçlerin tahrip olmasına yol açtı. Ama sistemde yaşanan çelişkiler çözülmedi, aksine katlanarak büyüdü ve sistemde derin bunalımlara yol açtı.
Emekçi kitlelerin savaşın içine çekilmeleri, savaşın yarattığı sefalet ve açlık, kitlelerin sisteme yönelik öfkesinin daha da artmasına yol açtı. Egemen sınıflar beklemedikleri şekilde emekçi kitleler üzerindeki etkilerini kaybettiler.
Özellikle Almanya ve İtalya bu savaşın kaybedenleri oldu, sisteme muhalif emekçilerin büyük eylemleri oldu. Fabrika işgalleri, büyük grevler, büyük toprak sahiplerinin ellerindeki topraklara köylüler lehine el konulması pratikleri mevcut iktidarı devirmek için ihtiyaç duyulan büyük örgütlenmeleri getirmediği için zamanla ezildi.
Lenin’in ‘Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir,’ çıkarsamasını çok daha çıplak görebildiğimiz bir zaman diliminde yaşıyoruz.
20 yüzyılın başında yaşanan büyük güçler arasında yaşanan petrol kavgası 1. Dünya Savaşı’nı doğurdu. 1850 yılı dolaylarında İngiltere, Fransa ve Prusya’nın sanayide kullandığı buhar enerjileri 60 yıl içinde bambaşka bir hal almaya başladı.
Altmış yıl içinde sanayileşmenin gereksinim duyduğu enerji boyunu bir savaş gemisinin 1850 de bir ülkenin tükettiği buhar gücünü kullanır düzeye gelmesi gelişme için güzel bir örnek oluşturmaktadır. Bütün bu hedeflere ulaşılabilmesi ise, gemilerde yakıt olarak fuel-oil kullanılmasını gerektiriyordu. Petrolün yakıt olarak kullanılması, petrol alanlarının kontrolü savaşını doğurmuştur.
Sol ve sosyalist yapılar kendi iktidarlarını inşa edemedikleri için, sermaye ve emekçiler arasındaki bu mücadelede kazanan liberal demokrasi oldu. Çünkü liberal demokrasi, kapitalizm açısından en az maliyetli olanıydı.
Kapitalist toplum, azınlık olan sömürücü sınıfın, sömürülen büyük çoğunluğun üzerindeki hegemonyasına dayanır, bu durum ise sürekli bir ordunun varlığını ve bürokrasiyi zorunlu kılıyordu. Kamu işleri, toplumsal/gündelik hayat burjuva düzenin çıkarlarını kollayan, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir piramit biçiminde örgütlenmiş daimi bürokratik kurumlar tarafından yürütülür olmaya başladı.
Bu süreç içinde devlet, geniş kesimlerin sisteme entegrasyonunu sağlayan cezaevleri ve polis gibi zor mekanizmalarının yanı sıra, sistemle bütünleştirici, toplumsal tepkileri kontrol eden parlamenter yapılarada kavuştu.
Bu sistem ile emekçilerin mücadelesi ile gösteri, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi haklar burjuva toplumda çeşitli biçimlerde güvence altına alınmış oldu. Ancak bu hakların kullanılması her zaman “kamu düzeni”yle sınırlandı. Kamu düzeni ise bütün iktidarlarda burjuvazinin güvenliğini ifade eder.
Kapitalist toplumda seçme, seçilme, toplantı, gösteri ve grev hakları dâhil tüm kazanımlar, işçi sınıfının aşağıdan mücadelesi sonucu elde edilmiş osla da bu hakların sistemi radikal bir dönüşüme uğratmamasının da bütün tedbirleri sistem tarafından alınmış oldu. Öyle ki bu seçimler sistem tarafından ‘makbul’ partiler tarafından paylaşıldı. Merkez ve merkez sağdan, ‘sosyal demokrat’ parti ve hareketler bujuvazinin hizmetinde o meclis koltuklarını doldurdular.
Demokrasi’nin beşiği Amerika da sandıklarda ya demokrat, ya da cumhuriyetçi bir aday çıkar, başka ihtimal yoktur. Ha keza Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Avusturya ve bütün ‘demokratik’ sistemlerde bu durum aynen devam ediyor.
Amerika, Avrupa başta olmak üzere, başka kıtalardaki ülkelerde sandığa gitme oranına baktığımızda, yığınsal halk çoğunluğun sistemlerin ‘seçim’ ve ‘sandık’lara indirgenmiş temsili/parlamenter hikayelerine artık inanmadıklarını bize göstermektedir.
Bütün bu tartışmaları Max Horkheimer’in “Kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin, faşizm konusunda da ağzını açmaması gerekir” sözünü unutmayak yapmak gerekir. Gündelik hayat deneyimlerimizden biliyoruz, kapitalizm karşıtı bir perspektife sahip olsak da, bu düzenin içinde yaşıyor, zaman zaman da onun gerçeğini unutuyoruz.
Ancak biz unutsak da kapitalizm kendisini asla unutturmaz. Zira, farkındalığımızı unutmadan, gündelik hayatın karmaşasında kaybolmadan baktığımızda emperyalist politikaların nasıl gizemli bir halde bütün insanlık dünyasını kuşattığını da görebileceğiz.
Eşitsizlik Üzerine İnşa Edilmiş Sistemler Özgürlük Getirmez
İşgal ve talanla ekonomik büyümelerini sağlamış olan Almanya, Fransa ya da Hollanda’nın küçük bir kasabasında doğan bir çocuk ile Diyarbakır, Konya, Şam, Beyrut, Tunus’daki bir çocuk aynı dünyaya doğmuyor bugün.
Hollanda’nın, ya da Fransa, Belçika, Amerika, İngiltere’de doğan bir çocuk ekseriyetle Mozambik, Sri Lanka, Seul, Ordadoğu’daki bir hayatın izlerini de taşıyarak doğuyor. Aile bireylerinden birilerinin hayatları sermaye birikimi için uzun yıllar dünyanın başka başka topraklarında iz sürmüşlerdi, sürmeye devam ediyorlar.
Sermaye yolculukları başka dilleri, kültürleri, imkanları da zaman zaman bu yeni neslin paydasında birleştirmiştir. Çok dilli, çok kültürlü, bir bakışında dünyanın bambaşka şehirlerine sahip bir ufuk ile dünyaya açılan gözler ile imkansızlıklara açılan gözler arasındaki yaşam farkı hiç bir şekilde kapatılacak gibi görünmüyor.
Dün olduğu gibi günümüzde de milyonlarca insanın kendi yaşam alanlarını terk ederek başka coğrafyalarda yaşamı kovalaması, göçmen yaşaması geldiği ülke insanları ile arasındaki kültürel, ekonomik farkların kapatılmasını her zaman imkansız kılmaktadır. Özellikle 2008 küresel ekonomik krizi ve Orta Doğu savaşları sonrasında yaşanan kaçak göçmen ve sığınmacı krizleri Avrupa'da büyük bir toplumsal huzursuzluk yarattı.
Geleneksel partiler bu krizlere çözüm bulmakta zorlanırken aşırı sağ partiler milliyetçi ve göçmen karşıtı söylemlerle halkın güvenini kazandı. Medya aralığındaki bir hafızaya sahip geniş kesimler sebep sonuç ilişkisi yerine sadece sonuçlardan, kendi konforlarından doğru olaylara baktıkları için aşırı sağın tuzağına çok rahat bir şekilde düşebiliyorlar.
Göçmen karşıtlığı aşırı sağın en güçlü söylemlerinden biridir. Avrupa’ya yönelen ve gittikçe artan göçmen dalgası birçok Avrupa ülkesinde güvenlik kaygılarını artırırken aşırı sağ partiler bu kaygıları kendi lehlerine çevirdi.
Bunun yanı sıra küreselleşmenin getirdiği ekonomik zorluklar birçok işçinin düşük maaşlı işlerde çalışmasına yol açtı. Bu da yerel halk arasında yabancı düşmanlığının artmasına sebep oldu ve aşırı sağ partiler bu durumu siyasi fırsata çevirdi.
Fransa'da Marine Le Pen’in liderliğindeki Ulusal Birlik (Rassemblement National), İtalya'da Matteo Salvini'nin Lig Partisi, Almanya'da Alternatif für Deutschland (AfD), Hollanda'da Geert Wilders'in Özgürlük Partisi ve en son Avusturya’da Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) gibi partiler son seçimlerde güçlü sonuçlar elde ettiler.
Tek başına iktidar olmadıklarında ise, tıpkı Fransa’da olduğu gibi Avrupa'da geleneksel partilerden oy çalarak koalisyon hükümetlerinde belirleyici hale geldiler ve siyasi gündemi şekillendirmeye başladılar.
Bu partilerin iktidarlarında ilk faaliyetleri göçmenlere yönelik daha sert önlemler ve özgürlükler, insan hakları, sosyal devlet konularında geriye dönüşleri içermektedir.
Yeniden hortlatılan milliyetçi/militer söylem ve politikalar ile sınır güvenliği, aile kutsiyeti üzerinden büyük acılar sonucunda oluşan görece insan haklarını ve özgürlüklerini içeren ‘Avrupa kimliği’ ciddi bir aşınmaya uğramaktadır.
Burada olay sadece aşırı sağın politik söylemleri ve yaklaşımları değil, bir bütün devlet elitlerini oluşturan ‘sosyal demokrat’, merkez, hıristiyan demokrat ve hatta tıpkı Almanya’da olduğu gibi kendilerini sistem karşıtı olarak ifade eden kimi sol ve Yeşiller’in de mevcut sonuçlar üzerinden bir okuma yaparak pragmatist tavırları ile aynı tehlikeli kulvara düşmeleridir.
Radikal Demokratik Adımlar
Unutmamak lazım gelir; faşizm, tarih sahnesine, kapitalizmin jeopolitik krizlerinin ekonomik krizleri tetiklediği, savaşlara yol açtığı emperyalizm aşamasında çıktı. Ancak faşizmi sadece emperyalizmle açıklamak yeterli olmaz.
Çünkü faşizm çok daha özgül koşullarda, dünya kapitalist devletler sisteminde jeopolitik bir krizin yaşandığı, buna derin bir ekonomik buhranın eşlik ettiği, bu iki krizin etkisiyle burjuvazinin derin bir politik hegemonya krizine girdiği koşullarda, krizi büyük sermayenin lehine çözmek amacıyla ortaya çıktı.
Bunun bir kez daha özellikle 2008 ekonomik krizi sonrası neoliberal konsensüsün sona ermesiyle birlikte iktidarların “güçlü devlet” vurgusunu öne çıktığı artan otoriter eğilimler ile bir kez daha güncellendiğini görebilmekteyiz.
Çünkü faşizm sadece burjuva devletin yürütme gücünü daha da kuvvetlendiren bir yönetim biçimi değil, güçlü yürütmenin ve açık diktatörlüğün özel bir biçimidir. Putin’den Bolsonaro, Erdoğan’a, Hamaney’den Tramp, Macron’a bunu görmek mümkündür. Faşizmin özgül yanını, işçi sınıfının reformist örgütleri de dahil bütün yapılarını parçalayıp, işçi sınıfının her türlü öz savunma mücadele biçimini ortadan kaldırmak oluşturur.
Avrupa kıtasında aşırı sağın görünür bu tırmanışına rağmen alternatifsiz olmadığına da işaret etmek gerekiyor.
Buna Fransa örneğini verebiliriz. İki dönemdir iktidarda olan Macron ve kendi siyaseti ile beslediği aşırı sağa rağmen Fransa’da siyaset alternatifsiz değildir. Doğru ittifaklar, doğru söz ve politik söylemler ile başbaşka sonuçların mümkün olduğunu birlikte gördük. Fransa’da 15 ve 28 Haziran 2020 tarihinde yapılan yerel seçimlerde Europe Ecologie–Les Verts/EELV sandıklara damgasını vurdu.
Bu seçimlerde kimi büyük şehir ve de bölgelerde ortak listeler oluşturan sol, sosyalist ve de yeşillerden oluşan Yeşil/Kızıl blok ciddi bir alternatif olduğunu gösterdi. Fransa’da en büyük şehirleri Paris, Lyon, Marsilya, Strasbourg, Bordeaux ve Lille başta olmak üzere hala Yeşil/Kızıl Blok yönetiyor. 74 yıl sonra Bordeaux’yu sağın kalesi olmaktan çıkaran bu siyaset oldu. (1)
Siyaset yapma halini parti adiyeti üzerinden çıkarıp, bir şekilde herhangi bir parti ile organik bir bağı olmayan, sisteme kusmüş, ya da bir beklentisi olmayan, bir şekilde başka başka aidiyetler üzerinden gündelik hayatın çok başka alanlarından dolayı bir mücadele içinde olanları kapsaması durumunda ne tür sonuçların yaşanabileceğine son örnekte elbette gene Fransa’daki son seçimler oldu.
Bu anlamda gerek Fransa, gerekse de Avrupa’nın farklı ülkelerindeki yerel mücadele deneyimlerinin muhalif parti ve yapılar ile temasında muazzam bir sinerji doğabilmektedir.
2020’deki yerel seçimlerinden sonra kendisi ile bir söyleşi yaptığım Paris 8 Üniversitesi’nde akademisyen Engin Sustam bu durumu; "Bildiğin üzere Avrupa’da Ekolojistler son dönemde otonom ve demokratik siyasetleriyle zaten alternatifler, mesela Fransa Lyon’daki toplumsal ekoloji aktörlerini, Pyrénées’lerdeki komünleri, Notre-Dame-des-Landes ‘da ki ZAD deneyimini dikkate almak gerek. Yeşiller tam da son dönemdeki krizlere cevaben verdikleri yanıtlarla komünler ve kantonlardaki dayanışma ve örgütlenmeleriyle dikkati çevre sorunlarına ve prekarite meselesine, toplumsal cinsiyet siyasetine çektiler" şeklinde açıklıyordu. (2)
Avrupa’da anaakın medya tamamen sermayenin kontrolünde, kısmi küçük çaplı mualif medya araçlarının da kitlelere seslenme imkanları son derece sınırlı.
Bu alanları biraz daha zorlayarak tolplumsal konularda, çevre ve toplum ikileminden çok yaşama dair mikropolitik siyaset kanallarına yönelme durumunda yeni toplumsal dinamikler ortaya çıkabilmektedir. Temel ilkeleri müşterek öznelerin özerkliğine de vurgu yaparak bu geniş kesimler daha etkili şekilde bu siyasetin bir parçası haline getirmek mümkündür.
Bunun son örneğini bir kez daha 30 Haziran 7 Temmuz Fransa Meclis seçimlerinde gördük. Avrupa seçimlerinde Rassemblement National (RN)’in başarısından hemen bir gün sonra, yani 10 Haziran’da sol, sosyalist, komünist ve yeşil partiler bir araya gelerek Halk Cephesi olarak da bilinen Nouveau Front populaire (NFP)’i kurdular.
Bu koalisyon temel olarak Les Écologistes, La France insoumise, Parti communiste français ve Parti socialiste'in yanı sıra Place publique, Génération-s, Gauche républicaine et socialiste, Nouveau Parti anticapitaliste ve Gauche écosocialiste'i bir araya getirirken derneklerin, sendikal güçlerin ve sivil toplum aktörlerinin harekete geçirilmesi için baskı yapmaya başladılar. Fransa'nın başlıca sol kanat siyasi partilerinden oluşan bu koalisyonun bir geçmişi var.
Siyasi partilere paralel olarak Fransız sivil toplumu da genel seçimler için seferber olmaya başladı.
Ülkenin belli başlı işçi sendikaları da "aşırı sağa karşı birlik" oluşumuna dahil oldular. Sonrasında feminist ve LGBTQIA+ derneklerinden oluşan bir kolektif dahil oldu. Aralarında 2022 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Annie Ernaux ve SOS Racism adlı ırkçılıkla mücadele kuruluşu başkanı Dominique Sopo'nun da olduğu, siyasetçi, entelektüel ve sanatçılardan oluşan 350 kişilik bir başka kolektif ise Le Monde gazetesinde yayımlanan bir bildiriyle "sol ve çevrecileri birleşmeye" çağırdı.
Fransa’da 30 Haziran ve 7 Temmuz’da yapılan iki turlu yasamayı belirleyecek ‘élections legislative/yasama seçimleri’nin galibi kendileri dahil hiç kimsenin beklemediği NouveauFront Popularire/Yeni Halk Cephesi oldu. Yeni Halk Cephesi’ni (NFP) oluşturan La France Insoumise (LFI)- 78, Sosyalist Parti (PS)- 69, Ekolojistler- (27) ve Fransız Komünist Partisi (PCF)- 9, toplamda 184 sandalye sahibi, blok olarak mecliste birinci sırada yer aldı. (3) Bu iki başarının sebebi elbette doğru söylem ve siyaset üzerinden kurulan birliktelikler oldu. Bu başarılar unutulmadan yeni yollar kurmak elbette münkündür.
Bu iklimden hızlı bir şekilde çıkılabilecek mi, buna dair umutlar oldukça zayıf. Umutlar zayıf da olsa mutlaka yapılacaklar var ve olmalıdır.
Bir kez daha bu sınav önümüzde duruyor; tek amaçları daha çok para/servet olan silah tacirleri, savaş baronları ve onların gülen, tebessüm eden temsilcileri mi daha çok yüksek perdeden konuşmaya devam edecekler yoksa bunların içinde oldukları bataklıkları, suç ortaklıklarını anlatarak ‘göçmen’ ve ‘yabancı’nın olmadığı bir dünya için mücadele eden bizlerin mi?
Ümit Metin: Fransa'da göçmenlerin örgütlenmesi şart
(EJA/EMK)
(1) Fransa seçimleri ve Yeşil/Kızıl dalga (artigercek.com)
(2) Fransa'daki Yeşil/Kızıl dalgayı konuşuyoruz – 2 (artigercek.com)
(3) Fransa’nın seçimi ve gelecek - Yeni Özgür Politika (ozgurpolitika.com)