Ankara’da, 25-26 Mayıs 2013 tarihleri arasında ilki gerçekleştirilen “Demokrasi ve Barış Konferansı” Yaşar Kemal, Vedat Türkali ve Tarık Ziya Ekinci ile beraber 11 aydının çağrısıyla yapıldı. Akademi, siyaset, sanat, edebiyat alanlarıyla birlikte, demokratik kitle ve meslek örgütleri, sendikalar, etnik kimlik ve inanç gruplarının temsilcilerinden oluşan 200’ün üzerinde davetli katılımcı yer aldı. İlk gün yapılan açılış ve sunumlar sonrasında “Hakikat, Yüzleşme ve Adalet”, “Müzakere Sürecinde Barışın Toplumsallaşması ve Demokratik Siyaset” ile “Hukuk, Yol Temizliği ve Yeni Anayasa” başlıklarındaki grup çalışmalarında hazırlanan raporlar ikinci gün öğleden sonra paylaşıldı. Daha sonra, bütün katılımcıların birlikte olduğu oturumlarda tartışılıp, son hali verildi ve bir de sonuç bildirisi hazırlanarak kamuoyuna açıklandı.
Bir katılımcı olarak Konferans’ın özellikle bileşiminden ve içeriğinden etkilenmiştim. O günlerde toplumsal alandaki gözlemlerimin bugüne benzerlikleri nedeniyle, benim için hâlâ önemini ve güncelliğini koruyan Konferans’a ilişkin olarak o günlerde kaleme aldığım notlarımdaki bazı saptamalarımı paylaşmak istiyorum. Günümüzden 12 yıl önce, bugünkünden daha çok sayıda hatta örgütlü bir biçimde “barış” için inançlı, samimi ve yoğun çaba gösterenlerin yanında, çok çok daha az sayıda başka bir ülkede hatta gezegende yaşıyormuşçasına kendisini ilgilendirmediğini düşündüğünden, dışında kalmaya çalışanlar ve farklı gerekçelerle karşısında olanlar da vardı.
Bu Konferans’ın üzerinden 12 yıl geçti. Şimdi, “Kürt meselesinin çözümü” için “yeni bir dönem”in içindeyiz. “Yeni dönemi” başlatan dinamiklerin neredeyse öncekine göre yüzde yüz farklı olduğuna ilişkin olarak, benim de katıldığım, “devletin bekası” gibi açıklamalar, değerlendirmeler yapılıyor. Buna karşın, “yeni bir dönem”e yönelik olarak toplumsal alanda olumlu yönde farklılaştırılamayan, geliştirilemeyen kurumsal ve kişisel beklenti, tutum ve davranışlar 2013 yılındakinden çok daha yoğun ve kapsamlı bir biçimde varlığını koruyor. En başından söylemeliyim; toplumsal alanda var olan durum, “muhataplarının yürüttüğü görüşmelere” benzer düzeyde dikkate alınmalı, önemsenmeli ve olumsuzlukların, eksikliklerin giderilebilmesi için bilgi paylaşımı, küçük grup çalışmaları, ortak sohbetler-toplantılar, konferanslar, kamuya açık etkinlikler vb. daha da zaman geçirmeden, “yaz dönemi” gerekçe gösterilmeden bir an önce başlatılabilmelidir.
Mayıs 2013 sonu
Bu yazıda bugüne ilişkin yalnızca yukarıda ifade ettiğim kaygımı paylaşmakla yetinip, Mayıs 2013’e, “Demokrasi ve Barış Konferansı”na dönüyorum: Öncelikle belirtmeliyim ki konuşmacıların büyük çoğunluğu Türkiye’nin nasıl yeniden yapılanması gerektiğiyle ilgiliydiler. Yeniden yapılanmayı olabildiğince ayrıntılı olarak ele alarak hem sınıfsal hem de haklar perspektifiyle değerlendirdiler. Kendi düşünce ve önerilerini, olması gerekenleri, beklentilerini sistematik bir biçimde sıraladılar. Paylaştıklarının, hayata geçirilmesini istedikleri talepleri olduğunu büyük bir içtenlikle ifade ettiler.
Bununla birlikte, yukarıda genellemeye çalıştığım bağlamdaki sunumların temel aldığı ön kabullerin ilkini; henüz başında olunmasına karşın, müzakere sürecinin başarıyla tamamlandığı ve barışın sağlanmış-sağlanmakta olduğu; biçiminde özetleyebilirim. Başka bir ifadeyle, paylaşılan sunum içeriklerine göre; “memlekette yangın söndürülmüş, sıra yeniden kuruluşa-yapılanmaya gelmişti”. Konuşmacıların büyük çoğunluğunun ikinci ön kabulü, kendilerini sürecin birer öznesi olarak gör(e)mediklerinden kaynaklandığını düşündüğüm bir durumdu. Buna göre; “konuklar (konuşmacılar) talep edecek, konferansın ‘sahipleri’ de hayata geçirecekler” beklentisi hâkim bir düşünce ve tutum olarak öne çıkmıştı. Oysa Konferans çağrısı ve Konferans’ın çağrıda tanımlanmış olan amacında, “birlikte neler yapılabileceğinin belirlenmesi”nin hedeflendiği belirtiyordu. Tartışılmak, tartıştırılmak istenen ve yanıtı aranan soru “ne yapmalıyız, ne yapalım, nasıl yapalım bize söyler misiniz” sorusu değildi. Sanırım yeterince ifade edilememişti.
Böylesi bir durum, doğal olarak, Kürt sorununun siyasi çözümü için 1993 yılından 2013 yılına kadar geçen 20 yıl zarfında yedi defa kesintiye uğramış müzakere süreçlerinin tanıkları için kısmen de olsa kaygı yarattı. Şubat 2013’ten Mayıs 2013’e kadar, “esir alınmış” kamu görevlilerinin salıverilmesinden, gerillaların Türkiye’den çekilmeye başlamasına kadar hemen bütün somut adımlar Kürdistan İşçi Partisi (PKK) tarafınca atıldı. AKP Hükümeti tarafından ise “akil insanlar” uygulaması ve TBMM’de kurduğu “çalışma grubu” dışında herhangi bir somut uygulama gerçekleştirilmedi. Bir program açıklanmadı. Kürt hareketinin bileşenlerinden ne BDP ne KCK ne de Avrupa, müzakerenin muhatabı kabul edilen Abdullah Öcalan ile doğrudan görüşebildi. Ancak, dolaylı ve devlet gözetimli görüşmeler yapılabildi. O da izne tabi olarak gerçekleştirildi. Özetle, müzakere süreci Mayıs 2013 itibarıyla henüz kurumsallaşacaktı. Hükümet’in somut adımı yoktu. Dolayısıyla devam edebilecek mi, edecekse ne kadar devam edebilecek, sorularına yanıt vermek çok zordu.
Peki barış? Barış, Mayıs 2013’te de şimdilik umut ettiğimiz ve bugün için uğrunda siyasi mücadeleyi örmemiz gereken bir hedefti yalnızca. Öte yandan, barışın masa başında tarafların müzakerelerinin olumluluğu ile değil, toplumsal olarak gerçekleşebileceği de yeterince göz önüne alınmıyordu. Yapılması gereken müzakere sürecinin sürekliliği ve başarısı için toplumsal alanda neler yapılabileceğinin tartışılması ve belirlenmesiydi. Oysa, bu içerikteki sunumu çok az sayıda konuşmacıdan dinleyebildik.
Konferans toplumsal alandaki sorunlar için çözüm de düşündürmüştü
Konferans ortamı, tanımladığım toplumsal alandaki barış ve demokratikleşme için mücadeleye yönelik eksiklik ve sorunların çözümüne ilişkin de düşünmemi sağladı. Dünyadaki örneklerinden de biliyoruz ki barış için müzakere, taraflar için en azın verilip en çoğun alınmaya çalışıldığı ve ayrıntıları tarafların sınırlı sayıdaki temsilcileri tarafından bilinen-yürütülen bir süreçtir. Toplumsal muhalefetin örgütlü desteği arttığı oranda iktidarın tek yönlü belirleyiciliği azalır. Mayıs 2013’teki hakim atmosferin de etkisiyle, genel olarak kabul edildiğinin aksine, birileri hapse atıldı diye bu ülkede ne ceberut devlet ne de ceberut hükümet sönümlenmişti. Bu nedenle AKP devleti ve Hükümeti’nin karşısındaki Kürtleri yalnız bırakmamak birinci öncelik olmalıydı.
Bunun için de muhalefetin durumsal değil, yapısal ve işlevsel beraberliğine gereksinim var. Bu nedenle, Konferans’ın beni heyecanlandıran en önemli özelliği katılımcılarının nicelik ve niteliğiydi. Türkiye muhalefetinin birlikte yol yürünebilecek önemli bölümü (kurumsal ve bireysel) mazeretliler dışında oradaydı. Konferans’ta böyle bir hedefi paylaşma, hayata geçirilebilmesi için ilk adımı atma fırsatı kaçırılmamalıydı. Katılımlarını asgari müştereklerindeki benzerlikleriyle ve bunun geliştirilebilme potansiyelinin yüksekliği olarak değerlendirmeliydik. Zaman geçirmeden, ancak, ince elemeden sık dokuyarak katılımcı yapılar ve bağımsızlarla HDK’yi daha geniş ve kapsayıcı olarak yeniden yapılandırmalıydık.
HDK, kurulacak yeni yapısıyla müzakere sürecini siyasallaştırmak ve toplumsallaştırmak açısından yeni ve daha kapsayıcı olanaklara sahip olabilecekti. Çünkü Kürt meselesinin siyasi çözümü için müzakere sürecinde AKP’ye karşı toplumsal haklar ve demokratikleşme mücadelesinin eş zamanlı olarak yükseltilebilmesi gerektiği gerçeği somut olarak ortadaydı. Konunun ilgilileri birinin diğeri olmadan başarıya ulaştırılamayacağı gerçeğine yönelik bilgi ve deneyime sahipler. Böylesi bir planlama ve tutum hayata geçirilemediği takdirde, AKP ve Başbakan’ın toplumsal alanda tek belirleyici olmaya devam edeceği biliniyordu. Ancak, hayata geçirilemedi. (Maalesef, bu öngörüye uygun olarak, süreç iki yıl sonra da olsa olumsuzlukla sonuçlanacaktı.)
Notlarımın sonunu; “Yukarıdaki en son önerinin yaşama geçirilmesindeki aciliyetin 28 Mayıs 2013’ten sonra daha da öne çıktığını düşünüyorum. Gezi Parkı ile simgeleşen başkaldırıda 'Hükümet istifa' sloganı öne çıkartılacaksa, iktidarı hedefleyen, kısa da olsa geçmişinden dersler çıkarılarak yeniden kurulacak HDK’yi bir an önce yaşama geçirmeliyiz. Yoksa, ceberut gitsin derken kaosu davet etmiş olacağız,” yazarak tamamlamışım.
2024’le birlikte
TBMM’nin 1 Ekim 2024 tarihindeki açılışında kamuoyu için bir sürpriz olarak gerçekleşen “siyasi tokalaşma” ile görünür olan, bizim için “barış ve demokratik toplum”, iktidar için “terörsüz Türkiye” olarak adlandırılan ‘yeni dönem’, büyük çoğunluğun katıldığı gibi, Ortadoğu’da yaşanmakta olan gelişmeler karşısında devletin “bekası” için başlatmayı gerekli hatta zorunlu bulduğu için başladı. Yanı sıra, açıklamalardan öğrenebildiğimiz kadarıyla, PKK lideri Abdullah Öcalan 1990’lı yıllarda açıkladığı “yeni” paradigmaya sadık kalarak uygulanmasına, hayata geçirilmesine yönelik bugünlerin koşullarını, özelliklerini de dikkate alan önerilerini paylaşıyor.
Bu dönemde, gelişmeler, “düzenli” bir biçimde TBMM’deki siyasi partilerle paylaşılıyor ve büyük çoğunluğunun katılmasının sağlanacağı “Meclis Komisyonu”nun kurulabilmesi aşamasına kadar gelindi. Bununla birlikte sivil toplum ve sosyalist yapılarla ilişkiler “karşılıklı olarak” önemli eksiklikler taşıyor.
Öyle ki DEM Parti ile yaptığı bütün müzakerelere karşın, hükümetin hazırladığı “infaz yasa tasarısı” büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Tasarı, TBMM Adalet Komisyonu’nda görüşüldü, DEM Partili üyeler reddetti, CHP’li üyeler çekimser kaldı, AKP-MHP ittifakıyla kabul edildi. Ancak henüz yasalaşmadı. Tasarı TBMM Genel Kurulu’nda da görüşülecek ve hâlâ hükümete bazı değişiklikler yaptırabilmenin umudu olmalı. Ancak umut, tam da bu aşamada toplumsal muhalefetin hep birlikte, güçlü ve sürekli talebi ve muhalefetiyle mümkün. Ne tek başına DEM Parti ne de CHP ile ortak tutumu bunu tüm potansiyeli kapsayabilecek şekilde sağlayabilir. Günümüz koşulları, toplumsal muhalefetin ana muhalefet partisi ve DEM Parti ile birlikte diğer sol, sosyalist parti ve yapıların bir arada olmak üzere iki ayrı öbekte yapılanmasını ve iletişim kanallarını 7/24 açık ve işlevsel tutacak şekilde ilişkilenmelerini gerekli kılıyor. Böyle bir yapılanmanın neden ve nasıl olması gerektiğine ilişkin, bu köşede 9 Nisan’da paylaştıklarımı yinelememek için “bitiriyorum”.
İlgili linkler:
Demokrasi ve Barış Konferansı çağrı metni.
Sonuç bildirgesi ve raporlar.
Sonuç bildirgesi.
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun bianet'te yayımlanan tüm yazılarını görmek için tıklayın. (OH/TY)