Demokrasi, (Antik çağ şehir demokrasileri hariç) özgün biçimiyle burjuva devrimleri sürecinde tarih sahnesinde beliren bir yönetim tarzıdır. Tarihsel açıdan dinamik bir süreçtir. Demokrasinin zenginleşerek gelişmesini sağlayan olgu, toplumdaki karşıt sosyal güçler arasındaki mücadeledir. Diğer bir deyimle demokrasi ayni zamanda bir sınıf mücadelesinin ürünüdür.
Genel olarak devlete egemen güçler her zaman statükoyu savunmakta, buna karşılık ilerlemeden yana olan güçler ise kurulu düzene karşı çıkmakta, hak ve özgürlüklerin gelişmesi için mücadele etmektedirler.
Başka bir deyimle, yürürlükteki ekonomik, sosyal ve siyasal yaşamdan yana olan toplumsal güçler değişim ve gelişimi frenlerken, daha adil, daha özgür, daha gelişmiş, daha ileri ve daha eşitlikçi bir toplum isteyen güçler ise demokrasinin gelişmesi için mücadele ederler. Bu karşıtlık sınıflı toplumların doğasında vardır.
Demokrasinin bugünkü düzeye gelmesi, karşıt toplumsal güçlerin mücadelesine bağlı olarak aşamalı biçimde gerçekleşti.
Örneğin, başlangıçta servet sahiplerinin tekelinde olan oy kullanma hakkının, tüm vatandaşları kapsayacak biçimde yaygınlaşması, düşünce özgürlüğünün tanınması, giderek kuvvetler ayırımı ilkesinin benimsenmesi, ülkede denetleyici özerk kurumların oluşması, örgütlenme, sendikalaşma vb. hakların kazanılması ile oluşan bugünkü çağdaş demokrasi ancak uzun erimli sosyal savaşımlar sonunda gerçekleşebilmiştir.
Son tahlilde demokratik ilerlemeyi sağlayan motor güç, toplumdaki karşıt sosyal güçler arasındaki mücadeledir. Sosyolojik açıdan farklı görünümdeki demokrasiler, toplumsal güçler arası mücadele sürecinde kazanılan hak ve özgürlükler bütününün verili zamandaki evreleridir. Bu mücadele gelişip yükseldikçe demokrasi de muhteva kazanarak gelişir.
Kapitalist bir toplumda iktidar amaçlı örgütlü sınıf mücadelesinin nihai hedefi ‘sosyalist devrimdir’. Demokratik gelişme ise, aralıksız biçimde devam eden ve devlete izafeten karşıt konumdaki güçler arasındaki mücadelenin evreleridir.
Sosyal güçler arasındaki mücadele sürecinin farklı aşamalarında kazanılan daha ileri hak ve özgürlüklerin toplamı ulaşılan evreye özgü çağcıl bir demokrasidir.
Sosyalizmi amaçlayan siyasal nitelikli sınıf mücadelesi ile daha ileri bir demokrasi için yürütülen mücadele özünde ilerlemeci bir sürecin bileşenleridir.
Sınıflı bir toplumda devlete egemen güçlere karşı salt demokrasi için mücadele eden sosyal güçlerle, Sosyalizm için mücadele eden güçlerin yakın hedefleri ileri bir demokrasidir.
İşçi sınıfı öncülüğündeki demokrasi mücadelesine katılan sosyal güçlerin tümü işçi sınıfının iktidar perspektifine bağlı kalmaları zorunlu değildir.
Verili bir toplumda devrimci durum mevcut ise işçi sınıfının iktidar mücadelesi devam eder. Devrimci durumun devam ettiği koşullarda işçi sınıfı mücadelesi demokrasiye karşı değil, aksine onu ilerletici ve güçlendiricidir. Çünkü söz konusu olan daha ileri bir toplumsal düzendir.
Demokrasi nasıl tanımlanmalı?
Demokrasi günümüzün en çok tartışılan konularının başında gelmekte... Sözcük anlamı “gücün halkın elinde olması” demektir. Siyasetçiler genelde sözcük anlamından farklı tanımlamalar yapmaktadır.
Siyaset insanları ya da siyasal örgütler kendi siyasal, sosyal ve sınıfsal konumlarına ve devletteki statülerine göre öznel bir demokrasi tanımı yapmayı yeğlerler.
Bunlardan en yaygın olanı ‘halkın, halk için, halk tarafından yönetimi’ biçimindeki tanımlamadır. Kimileri de iktidarın seçimle belirlenmesini demokrasi olarak algılamakta.
Öznel amaçlı tanımlamalar demokrasinin oluşumu, gelişme sürecini ve sosyolojik anlamını açıklamakta yetersizdir. Spekülasyona açık ve aldatıcıdır.
Yapılacak tanımın, demokrasinin içeriğini, tarihsel gelişme sürecini, zamana bağlı niteliklerini ve yakın amacını kapsayacak bir muhtevada olmalıdır. Bu yaklaşıma en uygun olanı, demokrasinin sosyo-politik tanımıdır.
Bugünkü nesnel koşullarda çağdaş demokrasi, yürürlükteki yönetim şeklinin toplumsal güçlere nispeti, oluşumu, gelişimi ve tarihsel amacı açısından şöyle tanımlanabilir:
‘Demokrasi insanın ve emeğin özgürleşmesi doğrultusunda gelişip ilerleyen dinamik bir sosyo-politik süreçtir.’
Diğer bir deyimle demokrasi ‘insanın ve emeğin özgürleşme sürecidir'. Demokrasi, insan toplumları var oldukça gelişip ilerleyecek, insanın ve emeğin özgürleşmesi doğrultusunda muhteva kazanarak zenginleşecek…
Demokratik gelişmeyi sağlayan karşıt güçler arası mücadele nasıl olmakta?
Demokratik gelişmeyi sağlayan sosyal güçler arasındaki mücadele birbirini tamamlayan iki yöntemle gerçekleşir.
Bunlardan ilki devlete egemen güçlerin hak ihlallerine karşı emekçi halkın yürüttükleri insensible mücadeledir. Bu, bireylerin tekil ya da toplu olarak günlük somut ihtiyaçları için gerçekleştirdikleri eylemler toplamıdır. İnsan olmaktan kaynaklanan doğal davranışlar bütünüdür. Örgütlü mücadelenin oluşmasına katkı sağlar.
Örneğin temel gıda maddelerinin ucuzlatılması, ücret kaybı, çalışma koşulları, sağlık, eğitim ve benzeri sorunlara ilişkin olarak öne sürülen güncel talepler bu niteliktedir.
İkincisi de demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması bağlamında yürütülen örgütlü ve programlı mücadelelerdir. Bu, aynı zamanda devlete egemen güçlerle daha ileri bir demokrasiden yana olan güçler arasındaki iktidar mücadelesidir.
İlerici sendikaların, meslek örgütlerinin, sivil toplum örgütlerinin sosyal ve ekonomik mücadeleleri de demokrasiyi kazanma amaçlı iktidar mücadelesinin bütünleyicileridir.
Gelişmiş ileri sanayi ülkelerinde demokrasinin güvencesi ve daha ileri bir düzen kurma mücadelesinin öncü gücü işçi sınıfı ve onun ideolojisidir.
Bu ülkelerde kimi farklı toplulukların uğrunda mücadele ettikleri etnik ve kültürel haklar da, ancak işçi sınıfının politik mücadelesi ile dayanışma içinde elde edilir.
Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde de benzer sorunlar aynı yöntemlerle çözülür.
Örneğin Türkiye’de Kürt sorununun çözümü, Alevi vatandaşların haklarının tanınması ve diğer sosyo-politik içerikli taleplerin karşılanabilmesi de Türkiye işçi sınıfının fiili ya da ideolojik öncülüğünde izlenecek tutarlı bir politika ile sağlanabilir.
Sonuç olarak gelişmiş ileri sanayi ülkelerinde demokratikleşmenin ve sosyalist mücadelenin öncü gücü diğer bir deyimle öznesi işçi sınıfıdır.
İşçi sınıfı neden toplumsal gelişme ve ilerlemenin öznesidir?
Maddi dünya ile ilgili konularda özne ile nesneyi ayırmak son derece kolaydır. Buna karşılık sosyal ve siyasal olaylarda özne ile nesneyi birbiriyle karıştırmadan belirlemek her zaman mümkün olmuyor.
Örneğin halkın yaşam koşullarının düzeltilmesi ya da demokrasi için yürütülen mücadelelerde beklenen hedeflere ulaşılması halinde etkinlik gösteren güçlerin özne ya da nesne olduklarını saptamak güçtür. Bunu tarihten örneklerle anlatmanın hem açıklayıcı hem de öğretici olacağını düşünüyorum:
17. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak 18 ve 19. yüzyıl boyunca devam eden sanayinin gelişme sürecinde tarım arazilerinin ham madde üretimine ve koyun yetiştirmeye tahsis edilmesiyle kırsaldan şehirlere büyük göç başladı.
Gelişmekte olan sanayi büyük göçmen kitlesini mas edecek kapasitede değildi. Cadde ve sokaklar aç, yoksul ve perişan insanlarla dolup taşıyordu.
Çok az bir ücretle, günde 17-18 saat çalıştırılan işçilerin durumu da işsiz yoksullardan pek farklı sayılmazdı. Doğal olarak hırsızlık, soygun, cinayet vb. kriminal suçlar da artmaktaydı.
Her gün asılarak infaz edilen onlarca cesedin direklerde sallandıklarını görmek doğallık kazanmıştı. Dönemin aydınları bu sosyal felaketi açıklamak ve mümkünse aşmak için teoriler üretiyor, önerileri geliştiriyorlardı.
Ne var ki, insani duygularla dile getirilen bu düşüncelerin yaşama geçme şansı yoktu. Emek-sermaye çelişkisi derinleştikçe bu düşüncelerde de çeşitlenme ve artış görülmekteydi.
Fransa’da St. Simon, Charles Fourrier, İngiltere’de Owen vb. düşünürler özel mülkiyete karşı, ortak mülkiyeti savunuyorlardı. Akla en yakın düşüncenin savunucusu St. Simon bile teorisinin yaşam bulması için bilimsel bilgi, ahlak ve din alanlarındaki muhtemel gelişmelere umut bağlamaktaydı.
Uygulama olanağı olmayan bu düşünce sistemine ütopik sosyalizm adı verildi.
Ütopyacılar ezilen emekçi halkın kurtuluş mücadelesinde ya da sosyalist bir düzenin kurulmasında işçi sınıfını kurtarılması gereken nesne olarak algılıyorlardı. İşçi sınıfı kendi dışındaki mevhum güçler tarafından kurtarılacaktı.
Marx ve Engels ise ütopyacıları özenle inceledikten sonra toplumların tarihsel olarak ulaşması kaçınılmaz olan daha ileri bir yaşam biçiminin, diğer bir deyimle bilimsel sosyalizmin temellerini attılar.
Marx’a göre uygulanabilen gerçekçi bir sosyalizmi ancak işçi sınıfı kurabilirdi. Çünkü işçi sınıfı sadece kendisi için değil tüm toplumun kurtuluşu için mücadele etmekle yükümlüydü.
Toplumda egemen olan baskı, sömürü, yolsuzluk, eşitsizlik, hak ihlalleri, adaletsizlik, keyfi yönetim vb. sorunların kökü kazınmadan diğer bir deyimle sınıfsız bir toplum idealine ulaşılmadan işçi sınıfının kurtuluşu mümkün değildi.
Marx bu objektif gözlemden kalkarak işçi sınıfının kurtarılacak bir nesne olmadığını, aksine toplumun tümünü kurtaracak bir özne olduğu tespitini yaptı. Böylece ‘İşçi sınıfının fiili ve ideolojik öncülüğü olmadan sosyalizm kurulamaz’ düşüncesi kesinlik kazandı.
Bu nedenle özünde devlete egemen güçlere karşı yürütülen mücadelenin bir ürünü olan demokrasi savaşımının öznesi (öncü gücü) de işçi sınıfıdır.
İşçi sınıfından ya da onun ideolojik öncülüğünden bağımsız bir demokrasi mücadelesini düşünmek gerçekçi değildir. Bu temel ilkeyi yok sayan bir demokrasi mücadelesiyle elde edilen kazanımlar toplumunun tümünün taleplerine yanıt veren kapsayıcı ve ileri bir demokrasi olamaz.
Örgütlü ve yetkin işçi sınıfı yoksa...
Kuşkusuz işçi sınıfının nicel ve nitel bakımdan yetersiz olduğu toplumlarda da demokrasi mücadelesi vardır ve günlük yaşamda örneklerini görmekteyiz.
Ne var ki bu toplumlarda öncü gücün saptanmasında sıkça belirsizlik yaşanmakta, örgütlenme güçsüz ve yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle de demokrasileri zaaflarla dolu ve geridir.
Bu toplumlarda demokrasiye duyarlı aydınlar örgütlenme konusunda parlak düşünceler üretmelerine karşın başarısız kalmaktadırlar.
Örneğin Türkiye’de bir araya gelen kimi demokrat aydınlar iktidarın demokrasi dışı icraatını eleştirmelerine, nasıl bir demokrasi istediklerini açıklamalarına ve demokrasi isteyen herkesi kendilerine katılmaya davet etmelerine karşın yığınları harekete geçirmekte başarılı olamıyorlar.
Sıkça tanık olduğumuz bu tür bireysel ya da grupsal çalışmalar toplumda beklenen etkiyi yaratamıyor. Bu bağlamda hazırlanan cesur ve uyarıcı bildiriler, yapılan basın açıklamaları yankısız kalıyor. Bu tür eylemler dar bir çevrede geçici sevinç yaratmaktan öte bir sonuç vermiyor.
Aynı yargı demokrasiyi salt partisel amaçlarla kullanan muhalefet partileri için de geçerlidir. Örneğin Türkiye’de ideolojileri ve demokrasiye değgin pratikleri bilinen muhalefet partilerinin iktidara dönük eleştirileri ya da kimi hak ve özgürlük talepleri için öne sürdükleri görüşler, yaptıkları toplantı ve gösteri yürüyüşleri halk yığınlarını harekete geçirmekte yetersiz kalıyor.
Eylem ve söylemlerinin etkisi partiye bağlı üye ve yandaşlar topluluğunu aşamıyor, halk yığınlarına intikal etmiyor.
Bunun başlıca üç nedeni var: Birincisi demokrasiyi iktidar amaçları için araçlaştırmaları. İkincisi demokrasiyi toplumun tümü için değil, sadece kendi düşünce ve ideolojik yaklaşımlarına yatkın toplulukların talepleriyle sınırlı tutmaları. Başarısızlığın üçüncü ve en önemli nedeni ise öncü gücü yok sayarak onun ideolojik çizgisinde mücadele etmekten özenle kaçınmalarıdır.
Oysa demokrasi toplumun tümünün taleplerine yanıt verecek bütüncül bir yönetim şeklidir. Toplumun bir bölümüne özel haklar sağlayan diğer bölümünü dışlayan ya da onları kaderleriyle baş başa bırakan bir yönetim tarzı değildir.
Keza işçi sınıfının güçsüz olduğu toplumlarda demokratik kazanımların güvencesi yoktur. Bu toplumlarda kimi zaman süreç geriye doğru işler. Demokratik kazanımlar askıya alınır, otoriter rejimler devreye girebilir.
Bilhassa kriz dönemlerinde egemen güçler tarafından devletin bekası, ülkenin bölünmesi, iç ve dış düşman tehlikesi vb. sanal korkular pompalanarak toplum susturulur, hak ve özgürlük talepleri yasaklanır ve toplum mutlak itaate zorlanır. Baskı rejimi süreklilik kazanır, otoriter rejim kalıcı bir yönetim şekline dönüşebilir.
Özellikle işçi sınıfının ekonomik ve siyasal örgütlenmesinin yetersiz olduğu ve sınıf mücadelesinin zaafa uğradığı koşullarda otoriter yönetimlerin açık faşizme dönüşmesi ihtimali yüksektir.
Örneğin, son yıllarda Türkiye’de demokrasi dışı yönetim heveslerinin doruğa çıkmasının birincil nedeni işçi sınıfının örgütsüz ve bilinçsiz olmasıdır. İşsizliğin artması ve işten atılma korkusu örgütlenme arzusunu frenlemektedir.
Örneğin 1995’e bakınca, işçi sınıfının 2017’de sayısal bakımdan artmış olmasına karşın bugünkü örgütlülük düzeyi çok düşüktür. Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) tahminlerine göre 1995’te Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 33,7 idi.
DİSK-AR’ın yaptığı son araştırmada ise sendikalı işçi oranı yüzde 10 ve toplu-iş sözleşmeleri olmadan çalışanların oranı yüzde 95 olarak hesaplanmıştır.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre Aralık 2017 döneminin işsizlik oranı yüzde 12,7 ile son yedi yılın zirvesine ulaşmıştır.
İşsizliğin baskısı altında, örgütsüz ve nitel açıdan yetersiz bir işçi sınıfının üretimden gelen güncünü kullanarak demokrasi mücadelesine katkı yapacağını beklemek abesle iştigaldir.
Ama bu, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin sonu demek değildir. Toplumun ana gelişme yolu tıkanırsa, mutlaka bir başka gelişme yolu bulunur. Çünkü tarih toplumları umarsız bırakmaz. Önemli olan bilime ve toplumsal gelişme kurallarına uygun bir yöntem izleyebilmektir.
Türkiye’de çağdaş nitelikte gerçek bir demokrasi için nasıl mücadele gerekir
Demokrasi mücadelesini devlete egemen tutucu güçlerle toplumsal gelişmeden yana olan güçler arasındaki mücadele olarak tanımladık.
Keza tarihsel sürece bakarak, sanayileşmiş ülkelerde demokratikleşmede öncü gücün (öznenin) işçi sınıfı olduğunu belirledik. Bu sınıfın güçsüz ve yetersiz olduğu toplumlarda da doğru yolu aynı yöntemle bulmamız mümkündür.
Değerli dostum Prof. Dr. Baskın Oran’ın deyimiyle devreye baba diyalektik girmeli. Baba diyalektik diyor ki: “Kimi zaman siyasal mücadelede ikincil çelişki, temel çelişkiyi (emek-sermaye çelişkisi) önceleyerek baş çelişki konumuna gelebilir. Baş çelişki çözülmeden temel çelişkiyi çözmek mümkün olmaz. Bu durumda bütün devrimci demokrat güçlerin elbirliği yaparak önce baş çelişki konumuna geçen ikincil çelişkiyi çözmeleri zorunluluk arz eder.”
Bugünkü Türkiye koşullarında demokrasi mücadelesi temel çelişkiyi aşarak baş çelişki konumuna gelmiştir. Bu mücadelenin öznesi de tarihsel olarak Kürt özgürlük hareketidir. Hareketin ideolojisi işçi sınıfı ideolojisidir.
Kürt özgürlük hareketinin içinde yer aldığı siyasal örgüt kaçınılmaz olarak kurulu düzene alternatif yeni bir düzen için mücadele eder. Uğrunda mücadele ettiği demokrasi salt Kürtler için değil, Türkiye toplumunu oluşturan bütün sınıf ve katmanların, etnik ve dinsel grupların taleplerini kapsayan çoğulcu bir demokrasidir. Aksi halde dışlanan, ötekileştirilen Kürt halkının taleplerine yanıt bulmak mümkün olmaz.
Kürt özgürlük hareketinin ayni zamanda bölgelerarası dengesizliği ve milli gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermek için iç ve dış sömürüye karşı da mücadele etmesi gerekir.
Bugünkü somut koşullarda Kürt özgürlük hareketi yalnız kendisi için değil, toplumun tümünün ekonomik ve sosyal sorunlarını çözmeyi hedefleyen ileri bir demokrasi için mücadele etmek zorundadır.
Bu nedenlerle Kürt özgürlük hareketinin içinde yer aldığı Türkiye Partisi (HDP) kaçınılmaz olarak demokrasi hareketinin öznesi, diğer bir deyimle öncü gücüdür.
Bu gerçeği kavrayan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yöneticileri Kürt özgürlük hareketini, oluşturmaya çalıştıkları otoriter yönetim için yegâne tehdit olarak görmektedirler. Bu nedenle ana ekseni Kürt özgürlük hareketi olan Halkların Demokratik Partisi'ni (HDP) yok etmek için, devletin güvenlik ve yargı güçleri başta olmak üzere, bütün olanaklarını sonuna kadar seferber etmişlerdir.
HDP’yi hedef alan bu saldırının yarattığı fiili yıkımı onarmak mümkün olmakla birlikte, toplumda yarattığı ağır husumet duygusunu bertaraf etmek çok güçtür.
Kürt özgürlük hareketinin müttefiki konumunda olması gereken kimi demokrat aydın ve akademisyenlerin nezdinde bile HDP yok sayılmakta ve tasfiye edilmiş bir parti muamelesi görmektedir. HDP, aydınlarımızın oluşturdukları demokratik topluluklarda yeri olmayan ve bildirilerinde anılması gereksiz görülen bir konuma indirgenmiştir.
Bu, büyük bir yanılgıdır. Unutmamak gerekir ki, Kürt özgürlük hareketi her hal ve koşulda küllerinden doğacak bir sosyal ve siyasal gerçekliktir. Türkiye demokrasi hareketinin olmazsa olmaz öncü gücüdür. AK’nin iğvasına kapılarak bu gerçeği göz ardı etmenin Türkiye demokrasi mücadelesine maliyeti ağır olur.
Sonuç
Türkiye’de ileri bir demokrasi, çağdaş bir anayasa için mücadele eden ya da istekli olan aydınlarla ilerici ve devrimci örgütlerin tek bir fire vermeden ana ekseni Kürt özgürlük hareketi olan HDP saflarına katılarak mücadele etmeleri Türkiye’nin selamete çıkması için tek kurtuluş yoludur.
Bu tarihsel fırsatın zamanında kullanılması Türkiye için büyük bir kazanç, kaçırılması ise demokrasiye ulaşmayı geciktirecek üzücü bir kayıp olur. (TZE/EKN)