Peru'daki protestolardan. (Fotoğraf: Klebher Vasquez / AA)
3. Dünya Savaşı, bir önceki dünya savaşı sonrası şekillenen "değerler" ve statükoyu özellikle 2000'li yıllardan itibaren hızla aşındırdı.
Temsili demokrasinin "Soğuk Savaş" diye nitelendirilen dönemde "sosyal devlet" zemininde yükselen görece "demokratik" yanları egemen kesimler tarafından törpülendi. Siyaset elit kesimlerin kendi aralarında oynadıkları bir oyuna dönüştürülerek kitlelerin siyasal hayata aktif olarak katılım, kendi kendilerini yönetme olasılıkları bütünüyle ötelendi.
Elbette hiçbir coğrafyada olan bir diğerinin aynısı değil. Siyasal geçmişler de farklı. Fakat bugünkü mevcut paylaşım savaşı çoğu ülkede yaşanan siyasal süreçleri, hatta toplumsal formasyonu benzeştirip geniş halk yığınları açısından içinden çıkılmaz bir fasit daireye dönüştürüyor.
Egemenler açısından ise tahakküm ilişkilerini görünmezleştirip, bu durumu perçinlemeleri için yeni avantajlar sağlıyor ve en nihayetinde sorgulanamaz hâle getiriyor.
Macaristan nereye gidiyor?
Son yıllarda kendimi sık sık çevredeki insanlarla "dünyada en çok hangi ülkenin durumu berbat" türünden sohbetler yaparken buluyorum. Yakın zamanda bu ülkeler arasına İsveç de eklendi.
Ama değişmeyen başlıklar Türkiye ve Macaristan.
Viktor Orbán ve partisi Fidesz 2010'da iktidara geldiğinde bence niyetlerini saklamamıştı. Fakat halkın alabildiğine de-politize edildiği Gulaş Sosyalizmi dönemi, daha sonrasında kapitalizme geçiş sürecinde de aktif bir rolü olmayan kitlelerin hatta aydınların bunu kavrayıp tavır alması bir hayli zordu. Çünkü kafalarında AB'ye üye olmanın verdiği sarhoşluk, McDonald's gibi imgelerle kuşatılmış bir tüketim şaşası derken pembe hayallerin zihni fazlasıyla kapladığı, başka olasılıklara yer bırakmadığı bir toplumdu.
2012'de yaşanan Ramil Safarov olayı Orbán yönetiminin birçok açıdan geleceğinin de özeti gibiydi. Bugün o süreç Macarların kökenlerinin Kıpçak olduğu olduğu keşfedip Türk Devletleri Teşkilatı'na katılıp Erdoğan ve Aliyev'le "gardaş" olmaya kadar vardı.
Son aylarda Macaristan'da ciddi bir soruna dönüşen eğitimin iyice otoriterleştirilmesi başka bir ifadeyle son seçimler sonrası İçişleri Bakanlığı'na bağlanması (Siz bunu Süleyman Soylu komutasına vermek diye de okuyabilirsiniz) dolayısıyla eğitim alanında iyi-kötü varolan özerkliğin kaldırılarak hükümetin zihniyetinin her alana hâkim olması meselesinin kökeni de geçmişte.
Fidesz yönetimi ilk iktidara geldiği dönemde tasarruf adı altında bakanlıkların sayısını azaltarak eğitim, sağlık vb. sosyal alanlardaki bakanlıkları tek başlık altında topladı. Bu politikanın bir boyutu bu alanları kamu faaliyeti olmaktan çıkarıp, bütçeden daha az pay ayırarak özelleştirmeleri hızlandırmak, eğitimi paralı hâle getirmek oldu.
Diğer yönü ise eğitimi giderek çeşitli dinsel kurumların fiilen tekeline terk eden milliyetçi-mukaddesatçı zihniyeti egemen kılma çabasıydı.
Bugün devlet okullarının ısıtılması için bütçe ayırılmazken bu yandaş okulları kamu bütçesinden en büyük desteği gördü.
Hükümetin bütün bu politikaları yıllar içinde elbette tepki gördü. Fakat bu tepkiler güçlü değildi. İktidarı engellemeye yetmedi.
Bugün ise ipler daha da gerilmeye başlandı. Geçtiğimiz Eylül ayından başlayarak öğretmenler maaşların düşüklüğü, iktidarın sağcı zihniyetinin eğitim kurumlarına hakim olması gibi nedenlerle sivil itaatsizlik eylemleri başlattılar. Hükümet buna ülkenin önde gelen bazı okullarındaki seçkin öğretmenleri işten atarak yanıt verdi. Eylemlere katılanları tehdit ederek bunun devamının geleceğini de belirtti. Bu süreçte ayrıca çok sayıda öğretmenin olumsuz koşullar nedeniyle istifa ettiği basına yansıdı.
Öğretmenlerin ayda ortalama 500 Euro civarı maaş aldığı belirtiliyor. Bu oran özellikle savaşın ağırlaştırıldığı koşullarda geçinmeyi olanaksızlaştırıyor. Ayrıca kamu alanında çalışan birçok kesime göre öğretmenler çok daha düşük maaş alıyor. Bu açıkçası eğitimin iyice kamu hizmeti olmaktan çıkarılmaya, ülkenin geleceğinin özel ellerde sağcı zihniyetlerin tekeline terk edilmeye çalışıldığının açık göstergesi.
Bu yılın Ağustos ayında Devlet Denetim Ofisi'nin eğitimde kadınların oranının artmasını bir tehlike olarak işaret etmesi yeterince karşı karşıya olduğumuz zihniyetin niteliğini sergilemeye yeter.
Öğretmenler ve süreçten olumsuz bir biçimde etkilenen aileler pasif de olsa çocuklarının geleceğini çalan Orbán yönetiminin olumsuz uygulamalarına karşı direniyorlar. Maalesef dünya kendi derdinde. Burada olanlara pek aldıran yok.
Macaristan'da "demokrasi" iktidarın büyük zihniyet bükme gücü sayesinde işlemiyor. Direnenler suçlu addediliyor, herşeyini rahatlıkla bir günde kaybedebiliyor. Öğretmenler işini, çocuklar istedikleri eğitimden yoksun kalarak geleceğini yitiriyor. Bu koşullarda dört yıl sonra sandığa gidip oy atmanın ne kıymeti olabilir?
Pal Sokağı Çocukları müzikalinin "Arsa Türküsü" son dönemde iktidara karşı mücadele eden kesimlerin marşına dönüştü.
Şöyle diyorlar: Diren sonuna kadar ne olursa olsun. Niye korkalım? Hayat başka ne? Hayalimiz bu değil mi?
Statükoya teslim olan Castillo kaybetti
Çarşamba günü tutuklanan Peru Devlet Başkanı Castillo'nun başına gelenler bianet'te özetlendi. Yalnız bu habere bazı itirazlarım var, özellikle başlıktaki solcu nitelemesine.
Castillo'nun sol iddialarla iktidar geldiği doğru. Fakat başkanlık koltuğuna oturması sonrası ilk uluslararası ziyaretini ABD'ye yaparak adeta "kral"a bağlılık teminatı sundu. ("Ne var bunda, yine kaba bir solcuya çattık" diye itiraz edenler olacaktır, onları gözlerinden öperim.)
Bunun anlamı kıta çapında yüzyıldan fazladır hegemonyasını kurmuş olan ABD ve onun desteği sayesinde Alberto Fujimori gibi diktatörlerin zulmünün temize çekileceğinin ilk işaretiydi. Bu tavrın eski Sovyetler Birliği coğrafyasında her seçimden sonra Putin'e saygılarını sunanlarınkinden pek bir farkı yok. (ABD ile elbette kavga etmek gerekmez ama boyun eğmek de anlamsız. Zira ABD'ye bu el etek öpme de yetmedi. Meclis darbesinde ABD'de darbecileri destekledi.)
Castillo'nun düzenle uzlaşma çabalarının sonrası da kolayca geldi. Örneğin Aydınlık Yol lideri Abimael Guzmán'ın ölümünden sonra onun için neo-faşistlerle aynı dili kullandı. Yolsuzluğa suça batmış sağcı siyasal elitlerle kabineler kurdu. Amazon ormanlarının yağması doğrultusunda maden arama anlaşmalarına imza attı. İktidar olamadı ama başkanlık koltuğunda kalmak için sağa her türlü tavizi verdi, statükoya teslim oldu.
Egemen kesimlere bunlar da yetmedi. Nihayetinde Peru'da politika adeta demirden leblebi o da muadillerinden bazıları gibi soluğu hapishane de almak zorunda kaldı.
Castillo'nun adayı olarak başkan seçildiği ve üyesi olduğu Perú Libre partisi nasıl bir soldur tartışılır fakat Castillo ve şimdi başkan olarak atanan Dina Boluarte solcu olmadıkları için partilerinden atıldılar. Tabii bu süreçler kendi sağcılıklarını Güney Amerika'da olanlar üzerinden Türkiye'de "sol" diye pazarlamaya çalışanların dikkatini çekmedi.
Latin Amerika'da iktidara gelen 'sol'
Castillo farklı ne yapabilirdi? 40 bin civarı oy farkıyla kazanmasına rağmen Keiko Fujimori'nin temsil ettiği sağ blok 43 gün sonra istemese de seçim sonucunu kabul etmek zorunda kaldı. Muhtemelen yasama organları ve devletin geneline hâkim oldukları için belli bir sürecin sonunda ikna olup Castillo'nun devlet başkanlığı koltuğuna oturmasına izin verdiler.
Castillo başından zorlu geçeceği belli olan bu dönemde yozlaşmış siyasi elitleri karşısına alarak anayasayı değiştirmek gibi halkın da başat talepleri arasında yer alan bir mücadeleyi örgütlemeye girişebilirdi. Ancak bunu parlamentoyla yapamazdı. Halk hareketlerinin önünü açmalıydı. Bu elbette Castillo'nun azledilmesini kolaylaştırabilir, belki çok daha erken tarihlerde iktidardan uzaklaştırılmasının yolunu açabilirdi fakat asıl iktidara gelmesi gereken kesimlerin siyasetin öznesi olmasının olasılığı da doğardı.
Bugün kendisine değişim için umut bağlayan geniş halk kesimlerini beklentilerini boşa çıkardığı gibi hiçbir zaman ülkede iktidar olamadan büyük bir hayal kırıklığı simgesine dönüştü.
Latin Amerika/Abya Yala ülkelerinde seçimle çeşitli ülkelerde "sol" iktidara geliyor. Fakat gerçekte iktidar olabiliyorlar mı/olmak istiyorlar mı bir hayli şüpheli. İktidar olmak istiyorsanız o ülkenin oligarşileriyle şu ya da bu biçimde hesaplaşmak zorundasınız.
Yüzyıllardır sömürgecilik, kapitalizm üzerinden kanlı iktidarlarını kurmuş olan kesimlerin size "buyrun seçimi kazandınız, ne isterseniz yapabilirsiniz" demelerini bekleyemezsiniz. Castillo, Şili'de Boric farklı biçimlerde de olsa bu durumun olumsuz sembollerinden. Belki Brezilya'da Lula'nın da sonu böyle olacak ve maalesef başkalarının da.
Geçtiğimiz hafta Arjantin'de yolsuzluktan 6 yıl hapis cezası alan eski başkan, şimdiki başkan yardımcısı Cristina Kirchner'in konumunun bu örneklerden birçok açıdan farklı. Fakat nihayetinde olanın bitenin "sol"un olumsuzlukları hanesine yazılması kaçınılmaz. Bolivya'da eski başkan Evo Morales'in "iktidar delisi" durumu da benzer.
Burada asıl sorun tabii "demokrasi" diye sunulan sürecin işlememesi ve egemenler açısından göstermelik oluşu. Peru örneğinde ülkeye ve siyasete egemen olan yozlaşmış kesimler bırakın halkın politikaya aktif katılımını, onca boyun eğmeye rağmen "köylü" olarak gördükleri Castillo'yu dahi aralarına almadılar. Darbeyi asıl kendileri yapmış olmasına rağmen Castillo beceremediği ve hiçbir zaman yapamayacağı bir darbe nedeniyle şimdiden mahkûm. Ve dünya kamuoyuna da rahatlıkla yaptıkları işi "demokrasiyi korumak" diye yutturacaklar.
Peki, Castillo'ya oy veren 8 milyon 836 bin 380 insanın iradesi kimin umurunda? Bu mu demokrasi?
Ya halkların mutlu bir gelecek umudu?
(AS/SD)