Çocukken oynadığımız bir oyun vardı. Beton bloklar arasında oynanan oyunlar ne kadar keyifli olabilirse o kadar keyifliydi. Oyunun adını hatırlamıyorum.
Saçma da bir oyundu zaten. Hemen tüm oyunlar gibi. Yol ve kaldırım arasında zigzaglar çizerdik. Oyunun bir de -her ne anlam ifade ediyorsa- ebesi olurdu.
Ebe, yol üzerinde yakaladığı kişiye dokunduğu an o kişi yanardı. Böylece ebeliği dokunduğu kişiye devrederdi. Kaldırımda olduğunuz sürece dokunulmaz ve yenilmez olurdunuz.
Adrenalin kısmı yol ve kaldırım arasında cesaretli adımlar atmaktı. Oyunun yaratıcılığı imkânlar ölçüsünde bu kadarına yetiyordu.
Büyüdüm. En azından çocukluk yaptığım şeyler azaldı (kısmen diyelim). Lakin fark ettim ki oyun metafor olarak hayatımın bir çok alanında devam ediyor.
Öncelikle yaya olduğum çoğu vakitlerde kaldırımdan inersem ya ezileceğimin ya "dattt dattt" gibi envai çeşit korna sesi ile tartaklanacağımın tecrübelerini yaşadım. Kentin hengâmesinde oyunun zevki kaçıyor o başka mesele.
Liseydi, ortaokuldu, üniversiteydi falan derken çevremde en sık kullanılan kelimelerden birinin "Demokrasi" olduğunu fark ettim. Abartmayayım, fark etmedim, lafın gelişi.
Duyan kulak olmadı gören göz o da olmadı yaşıyor olmak fark etmek için yeterli.
Demokrasi denilen şeyin de kaldırımdan inmediğiniz yani çoğunluğun peşini bırakmaktan vazgeçmediğiniz sürece ebeyle yani devletle sorun yaşamayacağınızın formülü olduğunu keşfettim.
Abartmayayım, keşfetmedim, benden önce keşfedenler de olmuş.
Demokrasi sözcüğü -kavramı- savaşan ülkelerin ortak gündemi olabilecek kadar dertlere deva, devaya balta olabilme gücünde.
"İşkence yapıyoruz." Ne için? Demokrasi için. "İşkence yapanları yargılayacağız."
Ne için? Demokrasi için. "Ülkenize demokrasi getirmek için birkaç bin sivil vatandaşınızı bombalayacağız." Uyar mı? Uymak zorunda, her şey demokrasi için.
Demokrasi çift taraflı kullanılabilen bir palto gibi. Dış yüzü çiçek desenli, "peace" çıkartmalı, allı pullu, evlere şenlik. İç yüzü kapkara. Malumunuz, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Birleşmiş Milletler'i ve NATO gibi askeri ittifakları kullanarak bu paltoyla çok kanlı şakalar yaptı.
Sözcüğün, sözlükteki anlamının kafanıza yatması pratiklerinin de kafanıza yatacağı anlamına gelmiyor. Toplumbilim sözlüğünde demokrasi; "Siyasal denetimin doğrudan doğruya halkın ya da düzenli aralıklarla halkın özgürce seçtiği temsilcilerin elinde bulunduğu, toplumsal-ekonomik özellikleri ne olursa olsun bütün yurttaşların eşit sayıldığı toplumsal örgütleniş biçimi" olarak tanımlanır.
Temsilci adayı olarak addedilenin temsilci seçilebilmesi için halkın nezdinde itibarlı, sözüne güvenilir ve en önemlisi temsil ettiği uğruna tuttuğunu koparabilen mizaçta olması gerektiğini düşününce demokrasinin, "demagojiyi" (halk avcılığa) dönüşmesi -iyi niyetlerle olsa dahi- kaçınılmaz olmuştur.
Aristoteles buradan yola çıkarak demokrasiye karşı çıkmış ve demagojiyi "bir toplumun duygularını çelerek kendi çıkarını yürütme yolu" olarak tanımlamıştır. Platon ise demokrasiyi "Niceliğin zorbalığı" olarak tanımlamıştır.
Bir başka taraftan seçen-seçilen ilişkisinde, seçilenin daha iyi koşulları yaratabilmesi ya da var olan koşulların istikrarını sağlayabilmesi gerekir.
Koşullardan kasıt ana akım medyada "Dostlar, sansürlendiğimizi fark etmesin, her şey çok güzel" ya da "Adalet ve Kalkınma Partisi sen çok yaşa, başımızdan eksik olma" ince ayarlı haberler değil ya da alternatif medyanın sunduğu başka pencereler, başka yorumlar, başka gerçekler de değildir.
Mahallendeki soruna yetişen belediye görevlileri koşulları oluşturur. Komşunun tepesine konan baz istasyonu için endişelenecek bir şey göremiyorsan ya da şöyle diyelim baz istasyonunun vereceği zarardan bihabersen koşulların keyfekederdir. Kurulan her baz istasyonu da keyfekeder bünyeler için memleketin gelişmesi demektir.
Başka da bir şey değildir.
Bildiğimiz üzere "halk avcılığı" için ne koca kitapları yutmak ne de ultra zeki olmak gerekir.
Liderlik vasfı, belagat yeteneği, iktidar olma hırsı yeter de artar bile. Gerisi teferruattır.
Cihangir çıkışlı köşe yazarları inim inim doğruları söylese de halk, başına konan baz istasyonundan aldığı paraya, sokağının köşesinde kurulan dayanışma lokaline, kaldırımlarının iyi ya da kötü yılda iki kez yenilenmesine bakar.
Onlar için de gerisi teferruattır. Böylelikle demagoji (halk avcılığı) aşamasından bir sonraki aşamaya geçiş tamamlanmıştır.
Bir sonraki aşama ise demopedidir (halkın terbiyesi). Muhteris köylü inadıyla yol tutulan politikanın tartışmasız doğru olduğuna inanmak, inandırmak, "Anti-terör yasaları, güvenlik önlemleri" gibi gerekçelerle baskı-denetim-gözetleme imparatorluğunu kurmak ve tüm bunları da halkın, uluslararası kamuoyunun haberdarlığından çekinmeden yapmak, vatandaşın devletten almış olduğu "terbiye" ile "hayat ideolojisini" birleştirmesine neden olur.
Ülkedeki tüm muhalif hareketleri susturmak, gazetecileri, akademisyenleri, aksinin ispatı mümkün olmayacak mantıksızlıkta iddianamelerle hapishanelere tıkmak, medyayı tek gözlü canavar haline getirmek halkları bir hizaya getirmekle kalmaz.
Bir terör örgütü varlığının kışkırtıcı propagandasını da yapar. Tehdidin varlığı milliyetçi öğelerle birleştiğinde geniş bir seçmen kitlesi iktidarı mutlak doğru olarak görmeye başlar. Şu an Türkiye'de olduğu gibi.
Koşullar sağlandıktan sonra bir kısım demokratlara, seçim sonrası yüzdelik dilimlere bakıp şaşırmak düşer.
Yetişsin Emma Goldman'ın "Oy vermek bir işe yarasaydı, yasaklanırdı" sözü ya da Proudhon'un "Halk temsilcilerini seçtiği için 'hürriyet' diyorlar, bu öküzün istediği kasabı seçmesi gibi bir şey." sözü. Seçim gene sizin.
Alain Badiou şunu sorar: "Kendi başına genel oy hakkına hiç saygı duymadığımı söylemeliyim size; saygım, ne sonuç verdiğine bağlıdır. Genel oy hakkı, ürettiği sonuçtan bağımsız olarak saygı duymamız gereken tek şeymiş. İyi de niye?" Pierre Bourdieu'nun "Bireysel görüşlerin matematik toplamının doğruluğuna duyulan demokratik inancın reddi" dediği şey tam da bu olsa gerek.
Kaldı ki referandum gibi yönetime halkı dahil eden unsurlar devletler tarafından sıklıkla başvurulan demokrasi imkanlarından değildir.
Slovaj Zizek bunu şöyle örnekler: "2007 sonbaharında, Çek Cumhuriyeti'nde hararetli bir kamuoyu tartışması yaşandı: Halkın büyük bir çoğunluğu (yüzde 70 civarı) ABD ordusunun radarlarının topraklarına yerleştirilmesine karşı olmasına rağmen, hükümet projeye devam etti.
Hükümet temsilcileri, böylesine hassas bir ulusal güvenlik meselesinde oylamayla karar verilemeyeceğini iddia ederek halk oylaması çağrılarını reddetti- bu konular askeri uzmanlara bırakılmalıydı. Peki, oylanabilecek ne kalıyor geriye?"
Pierre Bourdieu, "Adlarına konuşulmadıkça konuşmayacak olan kişiler adına konuşmanın ne demek olduğu yolundaki nerdeyse metafizik temel soru"ya ilave olarak "Genel irade hep doğru mudur? diye sorabiliriz.
Yerliler, köleler, kadınlar, trans bireyler, etniseteler, göçmenler genel iradenin sonucundan çıkan kararlarda nereye kadar vardırlar ya da var mıdırlar?
Rousseau'ya göre genel irade hep doğrudur ama "ona yol gösteren yargı hep aydınlık değildir." Özür dileyerek, saçmalığın daniskası demeden edemeyeceğim.
Demokrasi âşıkları "Temsili Demokrasi"ye kara, "Doğrudan (Katılımcı) Demokrasi"ye ak deyip, "karıştırmayın bu ikisini" deseler de her iki demokrasi türü konjonktürel şartlar doğrultusunda "devlet kadroları" tarafından iç içe kullanılırlar.
Arjantin'de Piqueteros (Barikatçılar) hareketi içerisinde devletle pazarlığa oturan İşsizler Hareketi ile Öğrenci Hareketleri arasında sıkça yaşanan tartışmalar buradan kaynaklanır.
Ana arterlerle birlikte yan yolları da kapatmak isteyen gruplar, sendikal hareketlere bağlı grupların yan yolları kapatmak istememesine karşı çıkarlar.
Temsili demokrasinin müdahalesi hesaba katılmadığı taktirde görünür de her ikisi de katılımcı demokrasi ısrarıyla sokaktadırlar. Marx, "Hakiki demokrasilerde siyasal devletin ortadan kalktığını" ileri sürse de şimdilik bunun pek mümkün olamayacağını görüyoruz.
Wendy Brown "Demokrasinin hâlihazırdaki popülerliği belki de anlam ve pratiğinin açıklığına, hatta içinin boşluğuna dayanıyordur" der. "Kapitalizm, en sonunda demokrasiyi de bir "marka"ya, hani bir ürünün satılabilir imajını içeriğinden büsbütün koparan şu meta fetişizminin geç modern versiyonuna indirgemiştir."
Demokrasi havarisi olarak Barack Obama'nın dünyaya sunuluşunda olduğu gibi "Demokrasi siyasal iktidarın ve kültürel özgül bir biçimi değil de yeni bir dünya dini, batılılar ve hayranlarının önünde secdeye kapandığı bir mihrap ve de batılı emperyal haçlı seferlerini şekillendiren, meşrulaştıran tanrısal amaç oluvermiştir." (Wendy Brown)
Brown, "Demokrasinin kısıtlı modern biçiminin bile içini bu geç modern çağda hangi güç ve olaylardan oluşan takım boşalttı?" sorusunu şöyle yanıtlar:
İlki "Burada söz konusu olan şirket servetinin politikacıları satın alması (veya politikaya atılması) ve iç ile dış politikayı açıktan açığa belirlemesi veya büyük şirketlerin elindeki medyanın kamuoyunun bilgilendirilmesi ya da iktidarın hesap verilebilirliği kavramlarını gülünç hale getirmesi değil. Bugün belli başlı demokrasilerde büyük şirketler ile devlet iktidarının, kesişmek bir yana, iç içe geçtiğine tanık oluyoruz. Okullardan tutun hapishanelere ve orduya kadar devlete düşen görevlerin büyük ölçüde özel sektöre yaptırılması; bakan veya müsteşar olan yatırım bankacıları ya da CEO'lar; finans sermayesinin akıl sır erdirilemeyecek kadar büyük kısımlarının sahibi olduğu halde bunları yönetemeyen devletler; hepsinden de önemlisi, hiç utanıp sıkılmadan yularından tutulup her türden sermaye sektörüne doğrudan yardım ve borç kapatmaların yanı sıra vergi, çevre, enerji, emek, toplum, maliye ve para politikaları aracılığıyla sermaye birikimi projesine koşulmuş bir devlet iktidar."
İkincisi "Demokrasinin yüzeysel de olsa önemli görsel simgesi olan 'özgür' seçimler, bağış toplama gösterilerinden tutun hedef seçmenlerin 'seferberliği'yle ilgili gösterilere uzanan pazarlama ve işletme sirklerine dönüşmüş bulunuyor." Oy sistemi, baraj sınırı gibi faktörlerin çoğunluk olamayan küçük bir kesimi seçme hakkından mahrum bıraktığını da biz ilave edelim.
Üçüncüsü "Mahkemeler de neyin yasak olduğuna karar verme konumundan yapılması gerekenin ne olduğunu söyleme merciine, kısacası sınırlayıcı bir işlevden geleneksel olarak demokratik siyasete ait olan bir görevi gasp ederek yasa koyuculuk işlevine kaydılar."
Alain Badiou "Demokrasi Bayrağı" adıyla bu sembolik sistemin dokunulmazlığından bahsederken Slovaj Zizek "Demokrasi kılığına girmiş güçlerden" bahseder.
"Chavez ve Morales'in günümüzde 'proletarya diktatörlüğü'nün alabileceği biçime yaklaştığı savunulabilir: Pek çok aktör ve hareketle etkileşim içinde, onların desteklerini alarak Chavez açıkça favelas'ın mülksüzleriyle ayrıcalıklı bir ilişki kurmuş olsa da, sonuçta onların başkanıdır, onlarda Chavez yönetiminin arkasındaki hegemonik güçlerdir. (...) demokrasi kılığına girmiş 'proletarya diktatörlüğü'dür işte bu." Burada sözü Rosa Luxembourg'a bırakılım. "Diktatörlük demokrasinin lağvedilmesi'ne değil, nasıl kullanıldığına bağlıdır".
Son olarak Ahmet İnsel "Yeni Otoriter Biçimler" başlıklı yazısında "Demokratik Otoritarizm" kavramından bahseder.
Ona göre bu kavram "Kendi içinde tutarsız, anlamları birbirine zıt iki kelimenin yan yana getirildiği bir kavram değil. Ne de faşizm veya diktatörlük dememek için bulunmuş bir usturuplu ifade biçimi. Sınırlı çoğulculuk olarak tanımlanan klasik otoritarizmden de farklı bir içeriği bu kavramın.
Çoğulculuk başta olmak üzere, demokrasinin bir dizi kural ve kurumunu içinde barındıran, buna karşılık iktidarın aşırı yoğunlaştığı ve kişileştiği, siyasal gücün teknokratik düzenleyici güçlerle tahkim edildiği, her şeyi bilen veya her konuda bir fikri olan ve bu fikrin en doğru fikir olduğuna ikna olmuş bir zihniyetin iktidarda olduğu bir rejim.
Demokratik otoritarizm gerçek bir nispi temsile dayalı parlamenter rejimi değil, halkoylamasına dayalı başkanlık sistemlerini seviyor. Yargı ve medyada iktidara uyumlu olma ihtiyacı yaratılan bir rejim bu. İktidarın politikalarının alternatifsizliği iddiasının kamuoyunda baskın olmasına özen gösteriyor.
Yerine göre çoğunlukçu, yerine göre popülist olan demokratik otoritarizm, diktatörlük sonrası rejimi olabileceği gibi, "demokrasi sonrası" rejimi de olabilir."
Fransız filozof Badiou "Bugün baş düşmanın adının kapitalizm, imparatorluk, sömürü veya bu türde bir şey değil demokrasi olduğunu" söylerken demokrasinin kılık değiştirmiş biçimlerinden bahsetmez.
Demokrasinin kendisinden bahseder. İnsel'in "Demokratik Otoritarizm" kavramını anlatırken açıklama yapma gereği hissettiği gibi: Bu kavram "Faşizm veya diktatörlük dememek için bulunmuş bir usturuplu ifade biçimi" değildir, demokrasinin bugün kullanıldığı biçimidir.
Bu yazıyı şu sorularla bitirmekte yarar var. Halkın egemenliğinin sağlanması ne demektir? Katılımcı demokrasi, temsili demokrasiden kendini nasıl kurtarabilir? Tanımından yola çıkarak demokrasi halklara homojen bir yapı kazandırmaz mı? Demokrasi aşkı, bütün bu soruların yanıtlarını yaşadığımız pratikleri görmemize engel olur mu? (FG/EKN)
Yararlanılan Kaynaklar:
* "Demokrasi Ne Âlemde?", Hazırlayan: Erıc Hazan, Metis Defterleri, İlk Basım, 2010
* "Toplumbilim Sözlüğü", Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi, İkinci Basım, 1996