Fotoğraftakiler: Selahattin Demirtaş, Deniz Naki, alt kutu sırasıyla: Can Dündar, Fulya Canşen, Frederike Geerdink
Edirne F Tipi Cezaevi’nde Kasım 2016’dan bu yana tutuklu bulunan Demirtaş, Alman yayın kuruluşu Westdeutscher Rundfunk(WDR) COSMO aracılığıyla yönetmen Fatih Akın, yazarlar Günter Wallraff ve Navid Kermani, gazeteciler Can Dündar, Fulya Canşen, Frederike Geerdink, Sven Lorig, Dunja Hayali, Gor Yeranyan, Mark Lowen, Hasnain Kazim, Nadja Kriewald ve eski Amedspor oyuncusu Deniz Naki’nin sorularını yanıtladı. Röportaj 26 Ocak’ta yayınlandı.
Demirtaş her bir soruya kısa ve değerli cevaplar vererek muktedirlere karşı direnmenin, onurun ve umudun kapısını aralıyor.
Demirtaş’ın röportajında asıl vurucu kısmı, Avrupa Birliği’nin (AB) mevcut haline yönelttiği eleştiriler oluşturuyor.
Bu uzun röportajdan Demirtaş, AB bağlamında eleştirilerindeki göçmenlik ile ilgili kısımlarında şöyle diyor.
Nadja Kriewald, n-tv program yapımcısı ve sunucusu soruyor: “Sayın Demirtaş, Başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın en büyük korkusu, Türkiye’nin kapıları açması. Mülteci sorunu Türkiye ile yapılan anlaşmaya rağmen hala çözülemedi. Sizce nasıl çözülmeli?”
“…şimdi hep birlikte soralım; kim, kimi neden zorla yerinden göç ettirdi? Her bir Avrupalının, Kanadalının, ABD’li veya Türkiyelinin bu soruyu kendine, hükümetine, devletine sorması ve hakikatle yüzleşerek adil bir cevap vermesi gerekir.
“Zaten Erdoğan hükümeti dahil tüm Avrupa hükümetleri mültecileri siyasi bir pazarlık, şantaj unsuru olarak görüp güvenlik meselesi olarak ele alıyor. Oysa mültecilere yaşatılan trajedi tarihseldir ve bir adalet ve eşitlik sorunudur. Bunun için de Avrupalı demokratlar kendi toplumlarında mülteci karşıtlığı politikaları karşısında evrensel adalet ve eşitlik savunması içerisinde olmalı, küresel sömürü politikalarına temelde karşı çıkmalıdır. Yoksa başkalarının evini başına yıkıp sonra da niye bizim eve sığındılar demenin haklı bir tarafı yok bence.”
Navid Kermani, İran asıllı Alman yazar soruyor: “Benim adım Navid Kermani ve Köln’de yaşıyorum, benim size iki sorum olacak. Birincisi, siz hâlâ Avrupa’ya inanıyor musunuz? Kavram olarak Avrupa sizin için ne anlam ifade ediyor? İkinci soru, biz Avrupa’da yaşayanlar, Türkiye’deki özgürlük mücadelesine katkı sunmak ve yardımcı olmak için neler yapabiliriz? Avrupa Birliği bu konuda neler yapabilir? Esen kalın, umarım yakında özgürlüğünüze kavuştuğunuzda görüşmek üzere.”
Demirtaş Avrupa’nın demokrasi beşiğinden ve uygarlığa katkılarından söz ediyor. Ancak bir yanıyla da Avrupa’nın getirdiği yıkım ve sömürü politikalarının altını çizerek “Ben Avrupa’ya değil, Avrupa’da direnen halklara, siyasi gruplara, kişilere inanıyorum. Benim ve bizim için bir şeyler yapmak istiyorsanız kendi hükümetlerinizin iki yüzlülüğünü teşhir edin, onların sömürü politikalarına karşı çıkın. Mülteci pazarlığı yapmak için Erdoğan gibi bir otoriterle her fırsatta el sıkışmalarını teşhir edin. Siz bizi kurtaramazsınız, biz de sizi. Ama birlikte mücadele edip birlikte kurtulabiliriz. Yani ya hep beraber ya da hiç!
“Aynı Avrupa, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi aracılığıyla hakkımda ağır ihlal ve salıverme kararı verdi ve Türk hükümeti Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu kararını tanımadığını açıkladı. Siz Erdoğan’ın yerinde olsanız bu Avrupa’nın hukukunu dikkate alır mıydınız? Erdoğan da dikkate ve ciddiye almıyor zaten.”
Bu eleştiriler, AB’yi AB yapan değerlerin tarihsel arka planı ve bu değerlerin son yıllarda uğradığı erozyonun daha geniş bir çerçevede ele alınmasını gerektiriyor. Bu bir iktisadi ve siyasal alan incelemesini gerektiriyor ki, bu da başlı başına bir saha ve akademik çalışmayı gerekli kılıyor.
Böyle olmakla birlikte yine de konuya dair ilk başta söylenecekler var.
Bir daha asla
“Bir daha asla” sözü Nazilerin Yahudi soykırımı üzerine, tarihin böylesine en korkunç felaketinin bir daha yaşanmaması için söylendi. Bu söz, İkinci Savaş sonrasında gerek yıkılmış Avrupa’nın bir siyasal ve iktisadi sistem olarak inşasında gerekse uluslararası hukuk normlarının oluşmasında (Örneğin Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından ilk defa soykırım suçu tanımlanarak ceza yasalarına girdi.) politik bir anlam ifade etti.
80 milyon insanın öldüğü ve taş üstünde taş kalmayan yıkımların getirdiği ürkütücü sonucun “Bir daha asla” olmaması için, totaliter ve faşist rejimlere karşı güçlü bir demokrasi inşasının ittifak halinde gerekliliği kendini dayattı.
Avrupa ülkeleri, çok daha eskiden beri oluşan birleşmiş Avrupa fikrini bir tarafa bırakacak olursak, 1945 sonrası süreçte çeşitli birlik antlaşmaları yaparak işte bu temel anlayış üzerine bugünkü AB’yi oluşturdular.
Ya bugün?
Avrupa özellikle 1990’lardan bu yana “Bir daha asla” amacından sapmaya girdi.
Avrupa’nın uzun tarihi mücadeleleri süreciyle yükselen ve bir değerler bütünlüğüne ulaşan demokrasi birikimi, son yıllardaki politikaları nedeniyle ciddi erozyona uğruyor.
Bunun köklerini 1900’lerin başına, Birinci Dünya Savaşı’na kadar götürebiliriz. O devasa iki dünya savaşının sonrasında, 1945’lerle birlikte Aydınlanma temelli bir yeni dünya kurma inşasına ne oldu da son 40 yılda sarsaklaşmaya başladı?
Bunun tam cevabını bilmiyorum. Kapitalizmin ve son yıllarda dijital dünyanın imkanlarıyla palazlanan rant ve kara para sermaye çevrelerinin üçüncü ülkelerle tekrar ‘al takke ver külah’ ilişkisine girmesi önemli bir etken olsa gerek.
Bu tür sermaye Vergi Cenneti olarak anılan yerlerde (Örneğin Cayman Adaları, Bahamalar, Mauritus, İngiliz Virgin Adaları, Lüksemburg, Malta vb.) birikiyor. 2017 tarihli bir habere göre (Sözcü.com.tr) bu bölgelerde 32 trilyon doların dolaşımda olduğu bildiriliyor. Böyle bir gücün politikacılar üzerinde etkili olmaması mümkün mü? Kaldı ki kimi politikacılar da finansçılarla iş birliği içerisinde ve sermayelerini bu çevrelerin içinde saklıyorlar.
AB’nin Arap Baharı sürecindeki tutumu ve özellikle Suriye İç Savaşı’nda İslamcı muhalefetle yanaşık düzen ilişkisi, AB demokrasisinde tamiri zor gedikler açtı. Bir yanıyla göçmenliği tetiklerken diğer yandan da kendi içlerinde göçmen karşıtlığı üzerinden neofaşizmin güçlenmesine hizmet etti.
Demirtaş’ın da belirttiği gibi AHİM kararlarını uygulatmada başarısız ve hatta isteksiz duran bir AB’yi Erdoğan bunun için ciddiye almıyor.
Totaliter, dikta ve faşist rejimlere karşı bir daha asla diyen Avrupa, bu rejimlere sahip ülkeleri destekleyici politik ilişkiler içerisindedir.
Bütün bunların sonucu olarak AB’nin üçüncü ülkelerle kurduğu politikaları bir bumerang etkisini göstermekte ve özellikle göçmenlik alanında döndü şimdi kendini vuruyor.
Son yıllardaki iktidarlara ve onların temsilcilerine baktığımızda entelektüel derinlikten yoksun, hukuku ve hatta yasaları takmayan, şirret, nobran, hasis, vurguncu tipolojiler görüyoruz. İddialı olacak ama, kimi Avrupa ülkesi başbakanları da sanki birer şirket CEO’su gibi davranıyorlar.
Bütün bunların sonucu olarak demokrasi tarihi derin bir bunalım yaşıyor. Toplumların elinde kalan son sığınak olan demokrasi çatırdıyor! Bizde zaten paramparça! Korkarım ki, AB’nin durumu bu tehlikeli gidişatı gösteriyor!
Tarihteki her bir yıkım, sancılı da olsa yeni bir doğumun habercisidir. (HŞ/EMK)