Size bu hafta Akademisyen Murat Aslan'ın doktora çalışmasının ürünü olan "Süleyman Demirel" isimli kitabından (İletişim Yayınları 2019) bahsetmek istiyorum.
Aslan'ın kitabı sadece Türkiye tarihi içinde yer alan önemli politik bir figürün hayatını bize aktarmıyor bu tür çalışmaların genelinde olduğu gibi ülkenin politik geçmişinin de bir özetini sunuyor. Yalnız Aslan'ınki biraz "hızlı" bir aktarım. Bu yüzden sanıyorum birçok ayrıntı atlanmış. Sonuçta her şeye rağmen iyi bir hatırlatma.
Kitapta en temelde Demirel'in siyasal tavrının, hatta bugün bile birçok politikacının saplanıp kaldığı sağcılığın karakteristik özelliği olan pragmatist mantığının altı kalınca çizilmiş.
Demirel'in İslamköy'den başlayıp Ankara'da 91 yaşında 2015'te son bulan yaşamı boyunca sergilediği pragmatizmin kökeni ve gelişim seyri kitabın sayfaları boyunca sergilenmiş.
Demirel'in söylemlerinde zamana göre değişse de en temelde İslamcılık, milliyetçilik, kalkınma ve komünizm karşıtlığı gibi motiflerin hep olduğunu görüyoruz. Tabii bu başlıklara yaklaşımı da çoğu zaman demagojik.
Onun pragmatizmini simgeleyen "doğru zamanda doğru yerde olmasını sağlayan" siyaset icabı davranışlarını en iyi özetleyen söz "dün dündür, bugün bugündür" olsa gerek.
Fakat Demirel'in pragmatizminin de bir sınırı var. O da Devlet. Demirel hayatı boyunca çeşitli zikzaklar çizse de sonuçta TC'nin belirlediği sınırları herhangi bir biçimde zorladığı söylenemez.
Örneğin Demirel dönemin gereği 1991'de Kürt meselesine yapıcı, ılımlı yaklaşırken; devletin bundan pek hoşlanmadığına dair işaretler görmesi üzerine doğrudan devlet terörünü savunan pozisyonu hızla benimsemekte tereddüt göstermedi. Özetle bugünkü "muhaliflerin" çoğunun olduğu gibi devlet adamıydı daha doğru bir deyişle devletin adamıydı!
Demirel mağdur mu, fail mi?
Demirel'in hayatı aynı zamanda "Soğuk Savaş" dönemi ce TC-ABD ilişkilerinin de bir özeti niteliğinde. O dönemde ABD sürprizleri sevmiyordu, şimdi de hoşlandıklarını sanmam.
Bunun için tıpkı TSK'nın kurmay heyeti gibi çağırıp ya da olanak sunup Türkeş, Demirel, Ecevit ve Özal'ı ve benzerlerini tedrisattan geçiriyordu.
Olay kuşkusuz tek taraflı değildi. Geleceği garantiye almak, iyi bir eğitim vb. hesaplarla "tamam" deniyordu. Demirel'in önce "sulama ve elektrik konularında araştırma yapmak" daha sonra ise Eisenhower Vakfı'nın bursiyeri olarak ABD gitmesi orada "bilgi ve görgüsünü" artırmasının daha sonra Deniz-Yusuf-Hüseyin'in, Demirel'in özel gayretiyle idamına kadar uzanan bir yansıması olacaktı. Anti-komünizmi bayrak yapmış ABD yanlısı "militan" bir görünümü vardı.
Fakat Morison Süleyman'ın pragmatizmi yeri geldiğinde Sovyetler Birliği ile de işbirliği yapmaya müsaitti. Tabii burada belki de "sorun" sadece Demirel'de değil, dünyanın birçok farklı coğrafyasında "sağ" ve darbeci kesimlerle kucaklaşmaktan beis görmeyen Moskova'daki yönetimlerdeydi.
Aslan'ın kitabında Demirel'in çizdiği zikzaklar izlenirken özellikle 1975-80 arası derinleşmeye doğru giden iç savaş sürecinde onun oynadığı rol yeterince işlenmemiş.
Yaşanan faşist terör "şiddet olayları" diye geçiştirilmiş. Dışarıdan bakış, Demirel'i/Sağ'ı hem 12 Mart hem de 12 Eylül'ün birer kurbanı gibi algılıyor. Çünkü "dışarıdan" bakan akıl sadece her iki darbede de Demirel'in bir biçimde askerler gelince iktidardan ayrılmak zorunda kaldığını görüyor. Türkiyeli olmayan kimi akademisyenlerin bu mekanik yaklaşımı benimsediğine çeşitli kereler şahit olduğumu belirtmeliyim.
Hâlbuki Demirel 12 Mart cuntasının birçok düzeyde ilk elden işbirlikçisi pozisyonundaydı. 12 Eylül öncesi yaşanan "iç savaş" sürecinin de bizzat politik olarak örgütleyicileri arasında yer aldı.
Onun önderliğinde kurulan Milliyetçi Cephe hükümetleri (AP-MHP-MSP/CGP) sivil faşist terörün, devlet destekli katliamların (Maraş, Malatya, Sivas, Çorum vb.) organize edilmesi ve politik "meşruiyet" elde etmesinin zeminini oluşturuyordu.
Demirel her gün Kontrgerilla ve devlet destekli faşist katiller kan akıtırken meydanlara çıkıyor "Bana sağcılar suç işliyor, cinayet işliyor dedirtemezsiniz ..." türünden faşist demagojinin meşhurlarmış örneklerini sergiliyordu. Sahi bunun 10 Ekim Katliamı sonrası "oyumuz arttı..." diyenlerden ne farkı var?
Ülkemizin siyasal hayatı aynı zamanda bugünlerde doruğa çıkan çürüme ve ‘suç’un tarihidir. Ülkenin suç cenneti haline gelmesi Osmanlı'dan bugüne uzanan egemen ekonomik ve siyasal yapıyla doğrudan bağlantılı. Aynı zamanda günümüz kapitalizminin geldiği çığırından çıkmış saldırganlıkla da iç içe.
Demirel, Özal ve benzerlerinin suçun meşrulaştırılması, yaygınlaştırılmasında önemli bir payı var. Mesela Özal "Benim memurum işini bilir." derken elbette kendisini 24 Ocak Kararlarını hazırlayacağı müsteşarlığa atayan Demirel'i de anımsıyordu.
Demirel ve yakınları hakkında onlarca yolsuzluk iddiası gündeme geldi. Sonuçta ne oldu? Dosyalar kayboldu, hamam külhanında yakıldı, Demirel ve avenesi aklandı. Devlet "o bizim adamımız" diye bağrına bastı. Aynı çürümeden pay alan halkımız mı? Gönlünün olması bir "neeede galmıştık...?" lafına bakıyordu.
Memlekette politikacılar adeta bir suç ortaklığı koalisyonu. Kendisi "aklanan" Cumhurbaşkanı Demirel yıllar sonra yolsuzluktan yargılanması gündeme gelen Melih Gökçek'i kollayıp, kurtaracaktı.
Ülkemizdeki bugünlerde kalıcı olmanın yolunu arayan suç imparatorluğunun taşları o günlerde döşenmeye başlandı. Sonunda bütün bu işlerin faili olarak karşımıza çıkan politik figürlerin hiçbirinin, hiçbir biçimde yüzü kızarmıyor. Maalesef ülkenin bu çürümeye teslim olmuşluğunun utancının yükü yine bizim boynumuzda.
Hiç mi geçmişten öğrenmiyoruz?
Aslan'ın kitabında da altı çizildiği üzere 20. yüzyıl Türkiye siyasetinde devlet aklını, sağın egemenliğiyle geçen yılları anlamak S. Demirel’siz mümkün değil. Bugün yaşananlar "anlama"yı ne kadar becerebildiğimize dair ciddi şüpheler içeriyor.
Kuşkusuz geçmişte 12 Eylül ve 12 Mart sonrası solda yer alan çeşitli kesimlerin Demirel'in demokratlığını keşfetmesi gibi yanlış bakış hatta biraz ileri gidersek darbenin tesiriyle gerçekleştirilen günah çıkarmaların da bunda payı var.
Zira özellikle 12 Eylül sonrası Demirel'den Özal'dan demokrat çıkarmaya çalışan kesimlerin Erdoğan'a da yaklaşımları aynı çerçevede oldu. Bu çevreler için saflık yapıp ne devleti ne de onun uzantısı bu siyasetçileri yeterince anlamamışlardı demiyeceğim, muhtemelen ne yaptıklarını bizden çok daha iyi biliyorlardı. Çünkü kendi istikballerini korumak bu takım için hemen hemen her zaman mümkün oldu.
16 yıl önce katledilen Hrant Dink'in ölümü sonrası geliştirilen "hesap sorma" girişimlerinin maalesef tıkanıp kalmasında da sadece güç meselesi rol oynamadı.
Aynı zamanda hesap sorulmasını talep edenler yanlış adreslerin kapılarını çaldı. Katliam doğrudan Soykırımın Türklük Sözleşmesi'nin üzerine oturan devletin/iktidarın ortaklarının organizasyonuyken devletin sadece bazı uzantılarıyla uğraşıldı. Çünkü "muhalefet “in muhalefeti devlet karşında adeta köreltilmişti. Hatta şimdilerde yeni inkârcılık biçimleriyle karşı karşıyayız, Hrant TC'nin şehidine dönüştürülmeye çalışılıyor.
Bugün Türkiye'de siyaset ve toplum alenen çürümüş durumda. Özellikle son 12 yılda rejim önemli ölçüde devletle bütünleşti. Yani geçmişe nazaran "devlet aklı"nın ya da askerlerin vesayetinin ön planda olduğu bir yönetimden değil 12 Eylülcülerin hayalini kurduğu ideolojik olarak Türk-İslam sentezinin hâkim olduğu alabildiğine baskıcı, kendini önümüzdeki seçimlerle birlikte sonsuza dek kalıcı kılmaya çalışan bir diktayla karşı karşıyayız.
Bunun karşısında muhalefet diye sıralananların çoğu maalesef geçmişin failleri. Bugün geçmişte yaptıklarından, ortak oldukları suçlardan rahatsızlık duymuyorlar.
Devletin/rejimin çizdiği sınırlar dâhilinde muhalefet yapıyormuş gibi davranmaktan öte politika geliştirmiyorlar. Toplumsal bir hesaplaşma yani çürümeyi bertaraf edecek bir yönelim yerine kendilerini hükümete taşıyacaklarına inandıkları bir sınırlılıkla, restorasyonu hedefleyen politika yapıyorlar.
Çok açık bir gerçek toplumsal hoşnutsuzlukları yani değişim olasılığını seçimler aracılığıyla egemenlerin oyunu içine hapsetmeye çalışıyorlar.
Bu "muhalefet "in önemli bir kısmı açısından bilinçli bir çaba. Çünkü her açıdan devletin siyasal alandaki uzantısı pozisyonundalar ve ürettikleri politika da bu olacak.
Demirel/Özal/Erdoğan ve benzerlerinin demokratlığına iman edenler bir yana asıl ideolojik problem geçmişte ne için mücadele ettiğini "unutup" bugün rejime/devlete hizalanmalarına rağmen bunu muhalefet diye satmaya çalışan "sol" kesimlerde. Mevcut devleti ve sınıf ilişkilerini her açıdan mutlaklaştıran bu yaklaşımlar restorasyoncuların oyalama siyasetinden farklı değil.
Bırakın devleti sönümlendirme hayalleri kurmayı, olanı dahi sorgulama yetisini kaybetmiş durumdalar. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi öncelikle değişim için artık elitleşmiş bu "sol" kesimleri de kapsayan siyasetin belirleyeni olan "esnaf takımı" ve onun kültürel alandaki uzantıları dâhil tasfiye edilmeden ilerleme şansımız yok.
Çünkü bu kesimler devletle birlikte adeta düşünce yasağı koyuyorlar. İçindeki direngen eğilimlere ve topluluklara rağmen bir hayli çürümüş olan toplumsal yapının değişiminin anahtarının “Devrim”den geçtiği düşüncesini tarih dışı kılmaya çalışıyorlar. Hepimizin öyle ya da böyle bu çürümüşlüğe biat etmesini arzuluyorlar.
İktidarın ve muhalefetin hâli bu diye elbette teslim olmayacağız. Toplumsal yenilenmenin/hesaplaşmanın yolu öncelikle kapitalizmin, rejimin köleleştirmesine isyan ve toplumsal haklar, adalet, eşitlik için halkın doğrudan mücadelesinden geçiyor. Oy hakkı da elbette bu kapsamda yer alıyor.
Ancak mevcut yasaları dahi hiçe sayan rejimin her şeyin sınırını çizdiği, kurallarını belirlediği bir oylamaya isyan da buna dâhil. Bu söylediğimi "halkı sandıktan soğutmak" falan diye niteleyenler asıl kendilerinin insanları neye ısıttığının bilincinde olmalı.
Ezilenler o sandıkları oligarşinin başına geçiremediği sürece özgür olamayacaktır. Demokrasi yalanını karın doyurmasa da yutmaya devam edecektir...
(AS/EMK)
*"Süleyman Demirel" İletişim Yayınları, 2019, 271 Sayfa