'Büyük büyük dedelerimiz bu toprakları işgal etmeye gelen yabancıya karşı koymak zorundaydı' diyerek önce durumu tanımlıyor yaşlı Zapata.
‘Yabancı bizi bir başka tarza, bir başka sözcük, bir başka inanç, bir başka tanrı ve bir başka adalet içine sokmak için gelmişti. Onun adaleti yalnızca kendisi içindi ve bizi kendi dışımıza atmaya hizmet ediyordu. Tanrısı altın, inancı üstünlük, sözcüğü yalandı.’
Devam ediyor anlatmaya.
“Zalimlik ve zorbalık tarzıydı onun.
Bizim en büyük savaşçılarımız tek tek karşısına dikildiler. Toprağı yabancı ellere karşı savunmak için büyük savaşlar verildi, ama öte yandan yabancı ellerin gücü de yabana atılır gibi değildi. O büyük ve iyi savaşçılar can verdiler birer birer.
Savaşlar sürüyordu; çok az kalmıştı savaşçılar. Bu kez kadınlarla çocuklar düşenlerin silahlarını kuşandılar. Büyük dedelerimizin büyük bilgeleri bir araya geldiler o zaman ve başladılar kılıç, ağaç, taş ve suyun öyküsünü anlatmaya:
“Dağlarda yatan tanrılar bir gün bazı sesler duymuşlar. Konuşan bir kılıçmış. Kılıç demiş ki, en güçlü ve kudreti olan benim, bir savurmada keserim ve beni tutana güç, bana karşı çıkana ölüm getiririm. Yalan, demiş o zaman ağaç, en güçlü olan asıl benim, rüzgârlara en acımasız fırtınalara direnmişim ben. Kılıçla ağaç kapışmışlar. Ağaç kılıca karşı olanca sertliği ile karşı koymuş ama kılıç darbe üstüne darbe olup inmiş ağacın gövdesine ve keserek yıkmış onu sonunda.
Bu kez de taş çıkmış ortaya, en güçlü benim demiş; zira dayanıklı, antik, ağır ve katıyım. Taşla kılıç sonunda girişmişler birbirlerine. Taş çetin bir mücadele vermiş kılıca karşı. Kılıçsa çarpıp durmaktaymış taşa ama onu ayırsa da parçalarına, bir türlü imha edememekteymiş. Sonunda kılıç ağızsız kalmış, taş da paramparça olmuş. Bu bir beraberlik demişler kılıçla taş ve kavgalarının boşunalığına gözyaşı dökmüşler.
Bu arada bir köşede kavgayı sessiz sedasız izleyen bir dere suyu varmış. Onu fark eden kılıç, baksana demiş, en zayıfımız sensin, kimseye bir şey yapamazsın sen, ben senden kat be kata güçlüyüm demiş. Ardından da var gücüyle suya çarpmaya başlamış. Balıklar kaçışmış dört bir yana ve su direnememiş tabii, yarılarak içine almış kılıcı. Ne var ki azar azar tek bir söz bile söylemeden su başlamış kılıcı içine sararak ve tanrıların susuzluğu gidersin diye yarattığı büyük suya doğru akarak eski halini almaya.
Zaman geçiyor ve sudaki kılıç yavaş yavaş oksitlenip yaşlanıyormuş; balıklar artık korkmadan yaklaşıyor, onunla dalga bile geçiyormuş. Acılar içinde çekilmiş sudan kılıç, ben ondan güçlüyüm ama neye yarar, ona hiçbir şey yapamadım.”
Büyük dedeler öyküyü burada bitirip şöyle diyorlar: ‘Öyle olur ki hayvana karşı kılıç gibi, fırtınaya karşı ağaç gibi, zamana karşıysa taşlar gibi savaşmak zorunda kalabiliriz. Ama bazen de öyle olur ki kılıca, ağaca, taşa karşı, bu kez de su gibi savaşmamız gerekir.”
***
Kılıç, tarih boyunca devlet ve egemenlik kavramları ile sıkça özdeşleşmiş bir sembol. Genel manada egemenlik ve gücün anlatısıdır. İktidarın devamlılığı ve onun var olması için gerekli görülen şiddet tekelinin de karşılığıdır.
Tarihsel olarak birçok karşılığı olan kılıç, bugünün Türkiye’sinde devlet demektir.
Geride kalan yüzyıl/lar, kılıcın hâkim olduğu zaman aralığını imler. Bu kılıç sürekli keskinleştirilerek bir devamlılık ekseninde kullanıldı.
Fakat uzun süredir kılıç su ile tanıştı.
O günden bu yana devletin kılıcı yani kendisi oksitleniyor.
Kılıcın oksitlenme sebebi Kürt meselesidir.
Kabul edelim, kılıç şu an suyun içindedir. Debelenmesi boşunadır, çünkü su yol alıyor.
Kılıç sistematik şekilde ‘gücümü gör’ diyor ve fiziki ya da psikolojik saldırılar ile varlığını tahkim ediyor. Parçalama/yeme/yenme gücünü daima test etme arzusu ile yanıp tutuşuyor.
Gel gör ki hikâyede geçen haliyle; balıklar artık korkmadan yaklaşıyor kılıca, onunla dalga bile geçiyor. Acılar içinde sudan çekilen kılıç, ben ondan güçlüyüm ama neye yarar, ona hiçbir şey yapamadım diyor.
Kılıç yani devlet bugün ‘acılar içinde mi çekilerek mi el sıkıyor’ bilinmez.
Burada derdim onun durumu değil. Biz suya yoğunlaşalım.
Bir ‘hikâye’ var ortada. Patikaları ve olay örgüleri bol. Her noktası son derece hassas.
Geçmişi kurtarma, geleceği kurma ikilemi içinde zor kararların alınacağı bir ara geçiş belki de.
Ya da her şeyi yeniden ve tersten kuracak, kurmayı düşleyen bir şiddet tekeli… Bilemiyorum.
Bildiğim şey şu:
DEM Parti ve öncülleri fırtınaya karşı ağaç gibi, zamana karşı taşlar gibi çok savaştı…
Bugün ise kılıca, ağaca, taşa karşı su gibi savaşması gerekir.
Yani süreci yönetme politikasının, kılıcı oksitleyen su gibi olması lazım, ki sabırla ördüğü tüm dereleri, yolları, nehirleri bir denize kavuştursun, kavuştursun ki hikâye ondan yana aksın…
(ÖA/AS)