Özellikle de uluslar arası güç odaklarının bu bölgedeki hesapları üzerine ahkam kesilir. Ve yine mutlaka olan bitenler, dış güçlerin bölgedeki hesaplarına dayandırılır.
Pekala, bu kadar üzerinde politikalar geliştirilen, bir bölge için medya ne yapar? İşte orada durun!
Hemen yanıtlamak gerekirse, pek fazla bir şey yapmaz. Hiçbir şey derinlemesine tartışılmaz. Tartışılamadığı için de fısıltı gazetesi alabildiğine egemen bir iletişim aracı olur.
Ve yine her şey aleni olarak konuşulup tartışılarak çözümlenemediği için de bölge ile ilgili hayati olaylara dair yorumlar yapılırken, hep varsayımlar üretilir. Bu varsayımlardan yola çıkılarak da olası senaryolar gündeme gelir.
Siyaseten magazinel
İşte bugünlerde de, sinemalarda vizyona giren, Deli Yürek-Bumerang Cehennemi filmi de ana tema olarak böyle bir motif üzerine kurgulanmış.
Filmin başında bu yaklaşım hemen kendini ele veriyor. Yazılı basında ifadesi bile sıkıntı yaratan Kürdistan, Amed, Botan ve Garzan gibi kavramlar sıkça telaffuz edilip, haritalar üzerinde işaretlenerek varlık buluyor.
Sonra da Amerikan siyasal polisiyelerinin kötü bir kopya görüntüsü ile baş başa kalıyorsunuz. Bölgedeki dramın, siyaseten magazinel boyutu ile ilgilenen televole medyasının manşetlerine taşınan hemen her söylemi Deliyürek filminde görmek mümkün oluyor.
Boynunda Haç taşıyan Dakotalı Hizbullah imamları mı ararsınız, yoksa Kürtçe'yi rahatlıkla konuşup, her türlü ilişkiyi geliştirebilen Amerikan konsoloslarını mı?
Film, eğer biraz daha iddiasız davranıp, örgüsü yine Güneydoğuda geçen, örneğin bir sınır ticaretini ya da göç olgusunu veya "iyi polis", "kötü polis" olaylarını işleseydi, çok da fazla üzerinde durulmayabilirdi.
Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Güneydoğu ya da Kürt meselesi ve Gaffar Okkan cinayeti ve devlet ilişkileri tartışılıyor.
İşte sırf bu nedenler dolayı dikkate alınmak durumunda. Peki başarılı olabilmiş mi? Elbette ki koskocaman bir hayır. Başarının adından bile söz etmek namümkün.
Gündelik hayatın yanlışları ile doğruları bir sinema filmi boyutu içerisinde alabildiğine birbirine karıştırılmış gibi. Belki de kafaları bulandırmak anlamında özellikle yapılmış. Aksiyon filmlerinin sürekli konuşan ve koşuşturan tiplemeleri de sığ bir çerçeveye oturtulmuş, televizyondaki dizinin tiplemeleri de pek de fazla aşılamamış.
Polis insan hakları için...
Bugünlerde, Diyarbakır'ın ana caddelerini emniyet müdürlüğünün bez afişlerini süslüyor. Afişler kayda değer ölçüde ilginç. "Her şey insan için", "Polis insan hakları için vardır" gibi.
Filmde de pis işlere bulaşıp, hakkındaki soruşturma nedeniyle açığa alınan komiser Doğan tiplemesi var. Ve yine kirli işler nedeni ile ordudan atılan Şeref albay gibiler de var.
Bir de bütün bu hikayeyi taçlandıran Yusuf Miroğlu'nun " Devletin gülen yüzü ile buralarda boy göstermeli ve halkı kucaklamalı". İşte sırf bu mesaj nedeni ile de devlet safralarını da böyle bir film içinde de temizlemek zorunda.
500 Kere aldatılıp...
Bütün bunlara eyvallah da! acaba gerçekten pratikte her şey insan için mi? Gerçekten her şey vatan için söyleminden, her şey insan için söylemine taşınabildik mi? Yoksa sanal bir dünyanın söylemi olmaktan öteye gitmiyor mu bu sloganlar? Bana kalırsa, daha kat etmemiz gereken çok yol var gibi.
Deliyürek'ten çıktıktan sonra izleyici tepkilerine de kulak misafiri oldum. Biri yanındaki arkadaşına "2,5 milyon lira ödediğimizi bilet parasının içinde 250 adet 10 bin lira var, ama bu film 5 bin lira bile etmez. Bu nedenle en azından 500 kere aldatılıp, kazık yedik". Bir başkası da "Ulan mübarek, aynı Cino (Cüneyt Arkın). Herifçioğlu sanki dünyayı kurtaran adam. O kadar çatışmalara girdi, bir sürü adam temizledi, ona hiçbir şey olmadı."
Film izleyici ile buluştuktan sonra, Mirzabey Miroğlu, basında sıkça boy göstermeye başladı. Aslında filmin hazırlık aşamasında ve çekim sırasında da bu ilgi hiç eksik olmadı. Öyle anlaşılıyor ki lobisi çok güçlü bir film.
Miroğlu'na Diyarbakır'dan milletvekilliği teklifi bile geldiği bizzat Miroğlu tarafından dile getirildi.
Ne demeli ki, Diyarbakır söz konusu olduğunda, herkes kendini Diyarbakır adına bir yerlere oturtmaya çalışır.
Sahnesi bilir abe
Ama Diyarbakır'dır bu, aysberg gibi. Hiç belli olmaz. Suyun altında görünmeyen yüzün nasıl bir tepki vereceğini bizzatihi Diyarbakırlıların kullandığı bir tabirle dillendirmek gerekir "Sahnesi bilir abe".
Filmle ilgili bu yazıyı yazarken, filme dair tek iyi şey yazma isteği doğdu içimde. O da seçilen mekanlar ve görüntülerle ilgiliydi. Gerçekten kamera mekan çalışmaları çok ustaca kullanılmış.
Bir an için filmdeki tüm konuşmaları ve diğer sesleri unuttuğumu ve sessiz bir film izlediğimi düşündüm. Diyarbakır ve Mardin'in en çarpıcı, en güzel kent görüntüleri izleyici ile buluşturulmuş.
Buradan yola çıkarak görüntü yönetmenini merak ettim. Gördüm ki "Suyla Gelen Kültür" belgeseli ile "Kantodan Tangoya"nın ustası Tevfik Şenol var kameranın arkasında. Bir tek onu kutlamak isterdim.
Dileğim o dur ki, bölgeyi tümüyle çatışmaların egemen olduğu ve filmde de dillendirdiği gibi "Burası Mezopotamya, burada kavga burada insanlık tarihi ile yaşıt. Burada çatışmalar hiç bitmez" bir bölge anlayışı yerine, barışın ve kardeşliğin yerleşeceği bir bölge arzusunun dillendirileceği filmler yapılsın.
Bir de yürek duygu işidir, insan bedeninin sol yanındaki bir organdır. Sıradan ve birkaç gramlık bir et parçası değildir. Ve yüreği yüreklice taşımak herkesin harcı da değildir. (ŞD/NM)