İnsan bir tür illüzyonda yaşadığını her zaman alttan alta bilir. Benlik dediğimiz şey, doğum ve ölüm arasındaki süreçte, kişisel ve toplumsal deneyimlerle, örneğin Mehmet ya da Fatma olarak şekillenir; anılarla, bellekle ve bilinçle ayakta tutulur ve sonra benlikle birlikte Mehmet ya da Fatma ölür. Benliğin her iki ucunda da sonsuz bir boşluk vardır; ne doğumdan önce ne de ölümden sonra benlik vardır. Bu nedenle insan sürekli arar, bu sonsuz boşluğu sonsuz bir arayışla doldurmak ister.
Mehmet ya da Fatma, benliğini oluşturan bütün o anıların, duyguların, fikirlerin yok olacağını alttan alta hep bilir ama günlük yaşamında bunu yadsır. Doğmak ve var olmak ne kadar coşkulu ve mucizeviyse, ölmek ve yok olmak da o kadar kederlidir. Yaşamın yazgısı olan o büyük eksikliği, ölüm denen zorunlu kesintiyi hep hisseder. Bu nedenle benliğine sıkı sıkı sarılır insan, başka benliklerle, başka dünyalarla, doğumdan önce ve ölümden sonrayla bir bağ kurmak, sonsuzluğun bir parçası olmak ister. Bu kederli arayışında insan, dünyada ya da öte dünyada kendisine hayali cemaatler yaratır. Elinde güç bulunduran bazı insanlar da başka insanlara bu hayali cemaatleri vaat eder.
Hipnozcunun sırrı
Vaat hiçbir zaman gerçek olmayacağı için elindeki gücü kaybetmek istemeyen muktedir yeni illüzyonlar yaratır. Eski tapınaklardaki epifani (tanrıların insana görünmesi) pencereleri buna bir örnektir. Tapınaklarda düzenlenen ayin ve törenlerde, tanrılar epifani pencerelerinde anlık olarak temsil edilir. Bu ayinler dışında pencereler, tanrıların insanları gözetlediği yer olarak işlevini sürdürür. Bütün mahkûmların tek bir kuleden gözetlenebildiği ve kulede gözetleyen olmasa bile mahkûmların gözetlendiklerini sandıkları, Bentham’ın panoptikon hapishane modeli de başka bir örnektir.
Mimari yapılar, uydurma kavramlar ve ihtişamlı vaazlarla tarih boyunca süren muktedirin illüzyon oyunları, hayali cemaatler ülkesi Türkiye’de de son derece başarılı bir şekilde temsil edilir. Örneğin, Erdoğan’ın son holografik konuşması, modern bir epifani gösterisidir. Burada illüzyon esas olarak görüntüyle sağlanmaz.
Hipnozcuların sırrı ses tonu ve el hareketlerindedir. Bir anda hiddetlenip yükselen ve birdenbire yumuşayıp alçalan ses tonu ile onu tamamlayan el hareketleri, izleyiciyi söylenen şeyden çok daha etkili bir biçimde büyüler. Fethullah Gülen, ünlü “beddua konuşması” ile doruğa çıkardığı bu tekniği, tıpkı Erdoğan gibi bütün vaazlarında uygular. Sonuçta ikisi de, “hatip okulunu” başarıyla bitirmiş usta hatiplerdir.
Elbette muktedirin illüzyonu bugünkü iktidarla başlamış bir şey değil bu topraklarda. Dinsel cemaat illüzyonundan önce, ulusal cemaat illüzyonu da, son derece ihtişamlı gösteriler sunmayı başarmıştı.
Clint Eastwood'un ağzındaki papatya
En azından benim çocukluğum ve gençliğim, bitmek bilmeyen milli törenlerin, anmaların ve ulusal yasların, kimi zaman oyuncusu kimi zaman izleyicisi olduğum sahne gösterileriyle geçti. Gerçi o zamanlar oyun olarak görebiliyordum bazı şeyleri.
Gelip geçici sanıyordum bütün bunları, büyüyünce katılmak zorunda kalmayacağım şeylerdi. Ama öyle olmadı ve artık kaçacak yer de yok, başbakan, odamda her an hologram olarak beliriverebilir. Biraz rahatlamak için televizyonu açayım desem, orada da ya Acun’un ıssız adasına düşeceğim ya da Clint Eastwood’un ağzında meşhur purosu yerine papatya görüp delireceğim. Sanki bitmeyen bir gazete hışırtısı gibi insanı delirten bir ülke Türkiye. Bu kötü bir deliliktir ama. Şok haberler ve flaş gelişmelerle hipnotize olmak istemiyorsan, insanı paralize eden, içine kapatan, hayata küstüren bir deliliktir bu. Ekşi Sözlük’ün en popüler başlıklarından birisinin “Türkiye’den siktir olup gitmek” olması boşuna değil. Ama deliliğin tek tanımı da bu değil.
Okuduğum en güzel metinlerden biri olan Platon’un Phaidros’nda Sokrates, rasyonel bir ilişkiyi öven, yakışıklı genç Phaedrus’u azarlar. Karşılıklı çıkara dayanan bir birliktelik değil, aşktır övülesi olan. Çünkü karşılıksız da olsa aşk delilik demektir. Sokrates’e göre hakikatin ışığı ancak delirdiğinde, aşktan sarhoş olup kendinden geçtiğinde parlar. Keşke rasyonel bir ilişki içinde hakikatlere erişebilsek bu ülkede. Ama bir türlü olmuyorsa, bunun yerine delirmek, zıvanadan çıkmak, balataları sıyırmak, neye ya da kime aşık olmak istiyorsak ona aşık olmak bizim hakkımız.
Evet, bizzat benliğin kendisi bir illüzyon olabilir ve insanın, ölümlülük bilincini aşması için bir bağa ihtiyacı var. Ama bu bağı, iktidarların bize sunduğu göz bağını takarak değil de, bir kere de kendi deliliğimizden kendi illüzyonumuzu yaratarak kurma, dayatılan normalin döngüsünü kırma hakkımız da var. Böylece hakikatlere de özgürlüğe de daha yakın olma şansını bulabiliriz belki. Türkçede delirmenin bu kadar eş anlamı olması tesadüfi olmamalı. (MBA/HK)