Geçtiğimiz hafta sona eren 71. Locarno Festivalinde yer almış olan Julio Iglesias'ın Evi (Julio Iglesias' House), ki mevzubahis evin Miami'de olduğunu hemen belirtmekte fayda görüyorum, yönetmen hanesinde Natalia Marín adını gördüğümüz 2018 İspanya yapımı, 13 dakikalık bir film.
Künyesinde belgesel tanımlaması uygun görülmesine rağmen filmin geleneksel anlamda, bilhassa televizyonlarda görmeye alışık olduğumuz belgesellerden çok farklı bir üsluba sahip olduğu kesin.
Kısaca ifade etmek gerekirse, Çin inşaat sektörünün taklide dayalı megalomanlığının fiyaskoyla sonuçlanmış projelerinin birinden seyirci haberdar olurken, genelde izlediğimiz hayalet kente dönüşmüş beton bloklar değil, elektronik dizayn örneklerinin perdede yavaşça hareket eden halleri. Mevzuya bir üst sesin okuduğu metinden vâkıf olurken filmde minimalist bir yaklaşımın hipnotik etkiyi artırmak için kullanıldığını söyleyebilir miyiz?
Portekiz'de geçen ay düzenlenen Curtas Vila do Conde festivalinde gösterilmiş olan Delilik (Madness) adlı kısanın dünya prömiyeri, yarıştığı Berlinale'nin Forum bölümünde gerçekleşmişti.
Yönetmen João Viana'nın kotardığı 13 dakikalık 2018 Fransa/Portekiz/Mozambik/Gine-Bissau, Katar yapımı filmin künyesinde belgesel nitelemesini görsek de ortaya çıkan sonuç daha çok bir kurmacayı andırıyor.
Gerçek hadiselerden yola çıkılmış olması ihtimali yüksek mi yüksek; belki olayları birebir yaşamış insanlar kendilerini canlandırıyor, belki de oyuncular gerçek kişilerin yerine geçerek bizi Mozambik'teki bir psikiyatri hastanesine zarafetle misafir ediyor. Zaten yönetmenin eserlerinde daha çok kendine has bir sinema dilini benimsediği, olayların gerçeğe en yakın ve doğal biçimde temsil edilmesinden çok, perdeyi şahsen bir sahne olarak kullanmayı tercih ettiği biliniyor. Dolayısıyla böylesine hassas bir konuya yaklaşırken olayların abartılmasında, kara mizah unsurları kullanarak seyirciyi en azından gülümsetmeye yönelik çabada bir beis görmediğine eminim.
Dünya prömiyerini Krakow film festivalinde yaptıktan sonra Sundance'in programında yer alan ve en son geçtiğimiz günlerde Polonya'daki Yeni Ufuklar Uluslararası Film Festivalinde gösterilen Geyik Çocuk (Deer Boy) ise resmen bir kurmaca. Genç yönetmen Katarzyna Gondek 2017 Polonya/Belçika/Hırvatistan yapımında bizi çoğunluktan kesinlikle farklı, fazlasıyla kendine has niteliklere sahip bir çocuğun zorlu dünyasına gayet estetik yaklaşımlarla sürüklüyor.
Klasik anlamda sembolik bir dilin kullanıldığı büyüleyici yapımda bilhassa montaj numaralarıyla atmosferin yoğunluğu artırılıyor, gerginliği iliklerimizde hissetmemize imkân tanınıyor. Herhangi bir diyalog kullanılmadan derdini doğrudan aktarırken film bizi fantastik dünyasına hemen dahil ediyor. Yönetmen görsel ve işitsel teknolojinin popüler yeniliklerini sinema diline yedirirken, coğrafyanın doğal zenginlikleri filmi taçlandırıyor.
Filmin Malta'nın Valletta Film Festivalinde ödül aldığını, Kosova'nın Prizren kentinde gerçekleşen DokuFest öncesinde Güney Kore'de geçen ay düzenlenmiş olan Bucheon Uluslararası Fantastik Film Festivaline de katıldığını belirtmekte fayda var.
Hayalete dönmüş beton siteler
Dünyayı artık yazılı cümlelerle değil, hayal edilmiş yüzeylerle anlayacağız gibi iddialı bir cümleyle açılıyor Julio Iglesias'ın Evi. Zaten film boyunca Francisco Sánchez de Cañete ve Jakub Valtar imzalı, yavaşça da olsa durmadan hareket eden elektronik çizimlerle hipnotize olmamız bekleniyor.
Neyse ki metni okuyan üst sesin sahibi İngilizce telaffuzu hususunda ana dili İspanyolca'dan azami seviyede etkilenmiş olduğundan kulak tırmalayıcı, hatta bazılarımız için söylenenleri anlama hususunda epey zorlayıcı bir vaziyetle karşı karşıyayız. Acaba bu ses muzip çehreli yönetmen Natalia Marín'e mi ait?
Bilinçli olarak tasarlanmış bir ayrıntı olarak bunun Çinliler'in İspanyol mimarisini ve kültürünü yorumlamadaki başarısızlıklarıyla bir paralellik taşıdığını düşünüyorum.
Yalnız J.G.Ballard değil, Ursula K.Leguin ve Vilém Flusser imzalı cümleler de filme neredeyse ulvi bir ağırlık kazandırırken aslında basit mi basit bir dinamikle karşı karşıyayız. Şangay yönetimi 2001 yılında "Bir Şehir, Dokuz Kent" adlı sansasyonel bir şehircilik planıyla çıkagelmiş. Aşırı nüfusun sonuçlarını yumuşatmak için dokuz adet uydu kentin inşasına girişilmiş. Her bir kentin ayrı bir diyara benzeyip mimari uslübuna uygun olması öngörülmüş, çünkü geçerli Çin ilkelerine göre taklit etmek yenilik yapmaktan daha hızlı sonuç alınmasına yararmış.
Tahmin edilebileceği gibi kentlerden bir tanesi İspanya konuluymuş, İspanya denince insanın aklına Julio Iglesias gelirmiş, onun evini incelemek üzere hemen bir heyet yollansınmış… Fakat gözönüne pek alınmayan bir ayrıntı sözkonusu evin romantik, hatta ağlak sesli şarkıcının İspanya'daki değil, Miami'deki evinin ABD'deki kolonyal tarza daha yakın durmasıymış. Bu arada bazı yolsuzluklar yüzünden inşaatlarda gecikmeler, durmalar ve iptaller olsa da Çin'deki İspanya'nın sokakları matadorların, boğaların, Don Kişot'un yel değirmenlerinin heykelleriyle donatılıp duruyormuş.
Yapılan gafın ayırdına vakitlice varan Çinli mimarlar bu defa direkt İspanya'yı yerinde incelemeye girişmişler, devasa El Escorial manastırını ziyaret ettiklerinde epey bi affalamışlar. Eh, ne de olsa Şangay'ın uydu kentinde yapımı süren dairelerin ortalama yüzölçümü 68 metre kareymiş. Tabii ki Çin'de de insanın evi kimliğinin, statüsünün, sınıfının en yüksek ifadesiymiş, müstakil evde yaşamak "artık oldum ben"in şahikasıymış…falan, filan. Çin'deki birçok beton blok gibi Şangay'ın İspanya uydusu da hayalet kentlerden birine dönüşmüş, aynı veya benzer şeylerin başımıza gelmesinden korkuyorum!
Hastayı aldatan hastane görevlileri
Mozambik'teki ruh hastalıkları hastanesinin binalarının tümü ve bilhassa yatakhanesi ise gayet sade, mütevazı ve insani boyutlardaki mimariye uygun. Siyah beyaz filmde renklerini görmesek de coğrafyamızda yakından bildiğimiz eski yün battaniyeler seyircinin içini ısıtıyor.
İnfulene adlı kurumda tutulan bir kadın oğlunu "delice" özlüyor ve her sabah tekrarlandığına kanaat getirdiğim bir ritüelle, uyandıktan kısa bir süre sonra diğer bazı hastalarla koşup onun varlığını hissettiği noktaya ulaşıyor.
Hastane görevlisi uzun bir merdiveni hastaneyi çepeçevre kuşatan yüksek duvara yaslayıp etrafı gözlemek için tepesine çıkıyor, burada kimse yok diyor, oysa çocuk orada nöbetçi bir asker gibi sabırla beklemektedir. Bu ve kurumdaki diğer dinamikler kadına ket vurmaktadır, sık sık isyan eder, demir karyolasını avludaki klasik kaplumbağa model bir Wolkswagen'in arkasına günün birinde hürriyetine kavuşma ümidiyle bağlar durur. Beceriksizce sergilenmiş oyunculuk veya ironi gözetilerek çekilen birçok sahne, duygu sömürüsüne maruz kalmadan filme mesafe koymamıza yarıyor.
Yine de hapsedilmenin sıkışmışlık duygusunu, otoritenin haksız yaptırımları yüzünden sevdiklerinden uzak tutulmanın acısını birebir yaşatan kısa metrajlı bir sinema eseriyle karşı karşıyayız. Bizim Deliliğimiz (Our Madness) adlı, aynı mevzuya eğilen uzun metrajlı filmiyle yönetmenin Indielisboa Uluslararası Bağımsız Film Festivali Lizbon Kenti Büyük Ödülüne layık görüldüğünü de hatırlatmakta fayda var. (Bizim deliliğimiz demişken, birkaç sene önce Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığının devreye sokmaya çalıştığı, memlekete Bakırköy misali birçok devasa ruh ve sinir hastalıkları binası inşa etme projesi ne alemde acaba?)
Delilik kısa sürede mesajını en yetkin biçimde aktarırken seyirciyi bir şekilde mutlu sona, dolayısıyla ümide de kavuşturan çarpıcı bir yapım; yaratıcısı João Viana'ya Curtas Vila do Conde'de En İyi Belgesel Ödülünü kazandırması boşuna değil.
Geyik çocuk gey mi?
İnsanın kendini tanımaktan aciz olması veya kendini olduğu gibi kabul etmeye cesaretinin olmaması, akabinde kendine yabancılaşması, çoğunluktan farklı olan özelliklerini saklamaya çalışması veya bedeniyle barışık olmayıp herkesin rahat ettiği klişelerden medet umması da şahsımıza uyguladığımız ağır esaretlerin binbir türlüsünden.
Geyik çocuk da bilinmeyen bazı sebeplerden dolayı kafasında günbegün uzayan ren geyiği boynuzlarıyla doğmuştur, ufak olduğu yıllardan itibaren istenmeyen çıkıntılarıyla cebelleşmektedir. Zaten kırsal kesimde, toplumdan nispeten izole yaşamaları ebeveynin onu toplumun gözlerinden uzak tutmasına yaramaktadır. Boynuzlar babası tarafından düzenli olarak testereyle kesilir, bu sayede insan içine çıkması sağlanır. Coğrafyada ren geyiği avcılığı geleneksel bir faaliyettir; geyik çocuk da uygun yaşa geldiğinde babasından nişan alma ve ateş etme eğitimi alır, sık sık beraberce talim yaparlar.
Ergenlik yaşına geldiğinde geyik avlamakta ustalaşmaktadır artık; babasının gözüne girdiği için mutlu, babası kendi gibi bir "adam" yetiştirdiği için gururludur. Fakat geyik çocuk tüfeğinin dürbününe gözünü yaslayıp geyiklere nişan alırken bazı geyiklerin bakışlarından, kendi benliğinde uyandırdıklarından rahatsız olmaya başlamıştır. Bu duygusunu kesinlikle bastırması gerekmektedir; içgüdüsel olarak yakından tanıdığı, her türlü refleksini gayet iyi bildiği ren geyiklerini vurmadaki başarısı katmerlenir. Geyiklerin dünyasını en iyi hissedendir geyik çocuk, en yüksek skoru da dolayısıyla kendisi yapmaktadır.
Günün birinde, artık kendi kendine kısalttığı boynuzları için ayna karşısına geçtiğinde bir boynuzunu dibine kadar kesmesine rağmen, diğerini tüm uzunluğuyla bırakmasa da bir kısmına kıymamaya karar verir, kısacası tarz yapar. Aynadaki asimetrik görüntü bir punk saç modelinden daha da çekicidir (yani bence öyle); en azından estetik olarak hoşuna gider, artık yavaş yavaş değişmektedir, kendini olduğu gibi kabul etmeye başlamıştır…
Son anlarda kendisini, boynuzlarını resmen uzatmış olarak karayolunda gurur ve kararlılıkla yürürken görürüz. Kamera onu arkadan takip etmektedir ve film boyunca bence rahatsız edici unsur olan donunu da çıkarmış, çırılçıplaktır. Fakat omuzuna astığı tüfekle bu sefer acaba geyiklerin katillerini avlamaya mı gidiyordur?
Kısa metrajlının neredeyse tüm içeriğini aktarmış olduğumun farkındayım, fakat yine de görsel açıdan gayet tatmin edici, puslu havanın hâkimiyetindeki bu seyirlikten herkesin ayrı ayrı çıkarsamalar yapacağına eminim.
Ben nedense geyik çocuğun yaşadıklarını, yönetmen Katarzyna Gondek'ten izin alarak, maçoluk, muhafazakârlık, din ve milliyetçilikle harmanlanmış bir memlekette geylikle bağdaştırdım, darısı başınıza… (MT/BK)