İnsan, onlara gıptayla bakar bazen. Onlar gibi filtresiz konuşmak, onlar gibi gönülden geçtiğince davranmak, onlar gibi tüm yerleşik normları ayaklar altına alıp çiğnemek…
İçindekini her hangi bir kaygıya kapılmadan dökebilmek, anlam yüklenmiş balonları patlatabilmek, kutsallık kisvesindeki ucubelikleri çırılçıplak ederek cümle âleme teşhir edebilmek ve yüzlere gizlenmiş yüzsüzlükleri ayıklayarak ortaya serebilmek…
Onlar gibi, küçük hesapların basit insanı olmamak, güç ve mevki uğruna eğilip bükülmemek ve kendine yabancılaşmamak…
Deliler…
Deliler, manifestosuz devrimcilerdir.
Deli, Etiyopya köylüsü gibi itaatsizliğini saklı yöntemlerle göstermez, açıktan gösterir. “Akıllı köylü efendisini görünce saygıyla eğilip, sessizce osurur” der Etiyopya atasözü.
Kuşkusuz bu da kendi çapında bir tepki ve itaatsizlik örneğidir. Ama deli, boyun eğmediği gibi osuruğunu da sesli yapmaktan çekinmez. Bu, sessiz osuran tüm akıllıların da içinden geçip cesaret edemedikleri bir şeydir aynı zamanda.
Kurulu düzen ve onu anlam balonlarında ilk deliği açanlar, delilerdir. Devrimciler ve reformcular bu konuda bir adım geridedirler. Hem, devrimciler ve reformcular da bir parça deli sayılmazlar mı zaten? Zira kurulu düzenleri değiştirmeye kalkışmak da biraz delilik ister.
“Deli, sorumsuz hakikattir.” der Michael Foucault.
Sorumsuzluğu akılsızlığından gelir. Hakikatçiliği de. Çünkü hakikatin düşmanı akıldır. Hakikati oyun çamuru gibi yoğurarak şekilden şekille sokan, akıldır. Delinin ise hakikatle oynamak gibi ne bir niyeti ne de kabiliyeti vardır.
O, doğrudan saldırır. Karşısındaki bir kral, sultan ya da diktatör de olsa onun için fark etmez. İçindekini hiç çekinmeden yüzlerine haykırır. Kralı da, sultanı da, diktatörü de alınamaz, sinirlenemez ona. “Gerçeğin, aşağılamazsa safdil bir yanı vardır; tanrılar, aşağılamaksızın onu söylemek kabiliyetini delilere vermişlerdir.” der Erasmus.
Delilik aynı zamanda sosyal bir ihtiyaçtır. Akıllılar, bu ihtiyaçlarını karşılamak için şenlikler, bayramlar, festivaller düzenlerler. Bu etkinliklerde normal zamanlarda söyleyemediklerini söyler, yapamadıklarını yaparlar. Taşkınlıklara varana kadar delilik yapar ve bir parça rahatlarlar. Çünkü yabancılaştıkları kendileriyle ancak böylesi etkinlikler vesilesiyle buluşabilmektedirler.
Hatta Orta Çağ Avrupa’sında "Deliler bayramı" diye bir bayram bile varmış. Bu bayramda zenginler yoksul gibi, yoksullar zengin gibi giyinirmiş. Toplumda hiçbir ağırlığı olmayanlar, birkaç gün boyunca en güçlülerini rolünü oynamaya koyulurken, en güçlüler de sıradan olanların rolünü oynarmış.
Erkekler kadın gibi giyinirken kadınlar erkek gibi giyinirmiş. Tüm toplumsal sistem ciddi olarak tartışılırmış. Çünkü deliler bayramı boyunca insanların ya belediye başkanının sarayının ya da senyör şatosunun önünden geçme ve ona-onlara dört hakikat söyleme ve gerektiğinde küfretme hakkı varmış.
Bayram, bir ayin ile sona eriyormuş; bu, vakitsiz ve tersinden okunan bir ayinmiş. Bir karşıt ayinmiş ve kilisenin içinde sokulan bir eşek anırmaya başladığında sona eriyormuş.
Avrupa’da Deliler Bayramı’nın hala kutlanıp kutlanmadığını bilemiyorum ama yaşadığımız coğrafyaya (Ortadoğu’ya) bir deliler bayramı şart.
Yılda bir defa da olsa insanlar içlerinden geçtiği gibi sosyal ve siyasal sorunları; ideolojik, milli, dini, mezhebi doğmaları tartışsın diye. Yılda bir defa da olsa insanlar kendileri gibi olsun diye.
Çürüme ve çirkinleşmenin tonları
“Bir şey mükemmelliğinde ne kadar asilse, çürümesinde de o kadar çirkindir. Çürümüş bir odun parçası çürümüş bir çiçek kadar çirkin değildir; o ise çürümüş bir hayvan kadar iğrenç değildir; çürümüş bir hayvan çürümeye yüz tutmuş insan kadar tiksindirici değildir…’’ der bir İbrani yazar.
Tıpkı siyasal sistemlerdeki gibi:
Çürümüş bir köleci sistem, çürümüş bir feodal sistem kadar çirkin değildir.
Çürümüş bir kapitalist sistem, çürümeye yüz tutmuş bir sosyalist sistem kadar iğrenç değildir. (AB/APK/KU)