Hâlâ rüyalarımda o ev, yıllardır haftanın en az bir günü rüyam o evde geçer. Son yıllarda belki de orta yaş etkisiyle günlük hayatta da sık sık aklıma gelir de hüzünlenirim, o eve birkaç saat da olsa geri dönmeyi öyle çok ister ve hayal ederim ki. Ruhu vardır o evlerin, ataların ve anaların anıları.
Dedemin evi köy bakkalının hemen bitişiğinde, yol üzerindeydi. Otomobillerin değil keçi ve koyun sürüsünün otlamaya giderken kullandığı yol. Sürü geçerken duymaktan hiç bıkmadığım boyunlarındaki çanlardan gelen sesler özlemle hatırladığım masalsı bir melodi olarak kaldı kulaklarımda. O zamanlar da böyle düşünür müydüm acaba, sürü geçtikten sonra dışkı atıklarını toprak yoldan çalı süpürgeyle süpürürken de nostaljik bir hava olduğunu...
Şehirden köye geldiğimizin ilk işareti olan köy girişindeki buram buram tezek kokularını "oh mis gibi kokuyor, köy kokuyor" diye gözlerini kapatarak içine çeken tek çocuk olduğum için gülerlerdi büyükler. Köye girişten sonra o zamanlar için gerçek, şimdi ise masalsı olan anlatacak ne çok şey var. Ama ben dedemin kapısından içeri gireceğim sadece. Kapı dediğim şimdilerde tek tipleşen kapılar değil. Verandanın sonunda, köydeki ağaçlardan tahtaya; tahtadan kapıya dönüştürülen, o her evin malzeme sıkıntısından ve sadelikten ötürü birbirine benzese de birbirinden çok farklı ruhu olan kapısı. Kapı kolu yerine üstüne asılan zincir, iç kısımda anahtar yerine kalın sürgülü kilit. Daha fazlasına ne lüzum vardı ki zaten; sürgü kilit geceler için mahremiyetti sadece, şimdilerdeki üst üste ve şifreli, kırılmaz kilitler ise güvenliğin zırhıydı şehir evlerinde.
Mimarı da mühendisi de o evin sahibi yapılar
Dedemin kapısının ardında bir ev var; bacası tüten, üçgen, altı dikdörtgen şekilli çocuk resimlerindeki evlerden bile hisli, sahibine özgü bir ev. Köyde herkes "en güzel evi ben yaptım" derdi o zamanlar. Mimarı da mühendisi de o evin sahibiydi, işçiler ise köylüler. Her ev böyle yapılırdı köydeki malzemelerle. Tavanı, kapıları kavak-selvi ağaçlarının tahtalarından, taşlı ve samanlı kerpiç evler. O doğadan ve azıcık malzemelerle her bir evde ev sahibinin ruhuyla nasıl da fark yaratıyorlardı. Dedemin evinin dış kapısından girildiğinde uzun sayılmayan dar bir hol vardı. O hol şimdilerin salonu yerine işlev görürdü. Yerlerde minderler ve arkalarında sırt dayamak için saman dolu ve dışı dokuma halıyla yapılan uzun yastıklar varken, zemin dokuma kilim ya da halıyla kaplıydı. Duvarlar da aynı şekilde el dokuması halı ve kilimlerle kaplıydı.
Holün girişinin birkaç adım ötesinde sağda üzerinde kilim serili üç basamaklı kerpiç merdivenden evin büyük odasına geçiliyordu; orası dedemle ebemin (babaanne) yatak odası ve aynı zamanda nadir misafirlerin odasıydı. Bu büyük oda yerden duvarlara daha özel kilim ve halılarla kaplıydı. Kapının girişinin sol duvarında çekmeyen bir siyah beyaz televizyon ve altında dedemin ağaçtan yaptığı küçük rafın üstünde işaret parmağıyla rakam çevirmeli telefon vardı. Odanın iki küçük penceresi içe doğru boşluk bırakılarak yapılmış ve ufak tefek birkaç eşya buraya konulmuştu. Bazen çıkar otururduk pencerenin o boşluklarında. Perde yerine de naylon çekilmişti pencerelere.
Tahta sehpa üstündeki ocakta tek çeşit yemek
Gündüzleri misafir odası, geceleri yerlere döşekler serilerek yatak odası olurdu. Şimdilerin yatak odası da mimari hiçbir özgünlük taşımayan, ev sakininin değil de tek tip toplu zevkin sonucuydu. O yatak odalarında uyuyan biz değildik aslında. Çoğunlukla çift kişilik başlıklı bir baza ya da karyola yatağın genellikle karşısında kocaman bir gardırop, yatağın iki yanında renkleri uyumlu komodinler, bir kenarda aynalı şifonyer. Eşyaların dizilimleri bile odalarda aynı şimdilerde. Ve yıllık mobilya modasına göre renkler, cam-ahşap yoğunluğu, tasarımlar belirlenmekte. Başkaları tasarlıyor, ev sakinleri hazır tasarımlar üzerinden edilgen zevklerine uygun olanı seçiyor.
Tekrar odadan çıkıp dedemin holüne gidiyorum. Holün sonunda solda, dedemin yaptığı tahta sehpa üstüne ocak konulmuştu ve o çoğunlukla tek çeşit olan yemek orada pişirilirdi. Mutfak adeta üçe bölünmüştü; yemek, holün sol bitiminde pişerken holün sağ bitiminde ayrı bir odaya kapı açılır ve orada takım takım olmayan üç beş kap kacak ve bir kısım erzaklar ile ebemin sandığı bulunurdu.
Ve yine o aynı odada banyo yapmaları için gideri olan küçük bir yer açmışlardı. Şimdilerde mutfaklar da, banyolar da tezgahlarından dolaplarına, raflardaki yemek takımları, çatal bıçakların çekmecelerde dizilim şekline kadar standartlaştı. Sizin yerinize her şeyin yerini belirleyen ama öncesinde onu size satan, pazarlayan; ruhunuzu ve zevklerinizi esir alan bir sistem var. Gittikçe yok oluyoruz evlerimizin içinde. Büyük yatak odası mobilyalarıyla evlerimizin yatak odalarını büyütüyorlar, dışarıda yeme tüketimini artırarak mutfaklarımızı küçültüyorlar, daha çok araziye daha çok inşaat zihniyetiyle tüm odaları küçültüyorlar, sonra bir yerde kıyafetleri artırarak giyim odaları sunuyorlar. Hücre gibi yatak odalarında uyuyor, ayrı bir odada giyiniyorsunuz. Yani odalar bir büyüyor, bir küçülüyor. Ve bunlar konformist, işlevsel gibi kapitalist isimlendirmeler altında değişerek bize sunuluyor.
Evlerde değişen tuvalet anlayışı
Dedemin evinin holünün bitiminde bir kapı açılırdı samanlığa, tandıra, erzak odasına. Yani üçü bir arada bir bölümdü. Sonra o bölümden de başka bir kapı ahıra açılırdı. Dedemin keçileri, eşeği, tavukları ve amcamın güvercinleri vardı orada. Sonra o ahırın bitiminde bir kapı daha açılırdı. Hane halkının ihtiyacını gidermesi için toprak zeminde bir delik açılarak yapılmış tuvaletti orası. Tuvalet evin dışında yapılmalıydı o zamanlarda. Tuvaletler üşenilerek gidilen ve bir an önce kaçılan yerler iken şimdilerde stresli hayatın içinde kaçamak yerleri oldu. O yüzdendir banyonun içinde her geçen gün daha da konforu artırılarak cep telefonlarında sakin sakin vakit geçirmenin, kendinle baş başa kalmanın en sorgusuz mekânlarıdır tuvaletler.
Balkonlar artık yok
Yine dedemin holüne dönüp şimdilerin salonlarına yüzümü çeviriyorum. Şimdilerde standart dizilime göre salonun kapısını açtığınızda ilk önce yemek masası çıkar karşınıza. Çoğunlukla yemek masasına sırtı dönük üçlü bir koltuk vardır. Sonra bu koltuğun genellikle sol tarafında TV üniteleri adı altında bir duvarı komple kaplayan mobilya ve karşısında ikili bir koltuk vardır. Ortalarında bir berjer ve salon ortasında anlamsız bir orta sehpa. Belki herkesin evinde mobilya dizilimi aynı değildir ama herkesin mobilya dizilimi ve salon şekliyle aynı olan yüzbinlerce ev vardır. Kalıplaşmış, sadece onlarca seçenek içerisinde seçilen yüzbinlerce aynı ev. Pencereleri aynı evler, perdeleri, halıları yıllık modaya göre belirlenen, mobilyaları kullan at kalitesizliğinde, balkonları bile yok edilmeye başlanan, dışarıyla irtibatı gittikçe kesilen sizin olmayan hücre evler.
Dedemin evinde bir oda üç amaç için kullanılabilirken, şimdilerde isimleri dışında kullanılamayan odalara sahip evler. İki kardeşi bile aynı odada yatırmayan, çocuk sayısına göre metrekaresi hücre kadar küçültülerek odası artırılan evler. Ve bu şehir evlerinin standart dizilimi köy evlerinde de yerini aldı artık. Eskiden bağda, bahçede, köy işlerinde geçirilen vakitlerin yerini köylerde de televizyon karşısında, elde cep telefonu kanepe üstünde geçirilen vakitlere bıraktı kendini. Gittikçe tarlasını ekmez oldu yeni nesil köylüler, bahçelerde yerlere dökülen meyveler toplanmaz oldu, kimse hayvan beslemez oldu, hayvan besleyenler sütünden faydalanmaz oldu. Ve toprakla, dışarıyla irtibatını koparan köylüler de evlerine hapsettikçe kendini köy evleri de oldu şehir evlerinin hissiz diziliminde.
Ne diyordum, dedemin evinin kapısının ruhu vardı. Kapı kolu yerine üstüne asılan zincir, iç kısımda anahtar yerine kalın sürgülü kilit. Daha fazlasına ne lüzum vardı ki zaten; sürgü kilit geceler için mahremiyetti sadece, şimdilerdeki üst üste ve şifreli, kırılmaz kilitler ise güvenliğin zırhıydı şehir evlerinde.
(YPT/AÖ)