Sıradanlıklar
Yer değişiyor ansızın
Dimağımın yarım asır ötesiyle
Sanrıya yakın bir şeyler sarıyor her yanımı
Bir nidanın paslanmış fonetiği diriliyor usumun kuytularında
Bu bilenmiş hançer; hangi düşünce haritasının peşinde?
**
Yaz tatilidir:
Köyün taş evleri öylesine serin ki, gün ortasında bile
Yaşlı kadınlar, küçük çocuklar siestasında çoğu zaman.
Ben ise, bana akran olanlarla, o devasa meyve bahçesindeyim.
Ya ağaç tepelerinde meyve ısırıp ısırıp atıyorum aşağıya;
Ya da, hiç bitmek bilmeyen oyunlardayım.
- Yorulmak ne demekti ki o zamanlar?
Dut ağacının arkasına saklanıyorum
Gövdesinin oyuğu büyüdüğüne göre bir kaç asırlık olmalı
- Neden düşünmedim ki daha önce?
Kiraz ağaçlarında kızıl bir şehvet; çağırıyor gözlerimizi
Ayva çiçeğinin ak endamında bitmeyen bir rüya ki, arıların bal sevinci
Ve kara yılanın neneme olan aşk hikayesi, kimler duymadı ki…
( O, başlı başına bir efsane!)
Yabancı adımlarıma, yabani bir kedi gibi bakan köyümün, gübre kokan yokuşunu çıkıyorum.
En tepede ”Jare” dediğimiz ıssız mezarlıktan yükselen meşelerin yeşili. (Ondan yana bakmaya hep korkmuşumdur…)
Hortlayarak eyleme geçen bu kareler, neyi anlatmak istiyor bana?
Arkadan duyulan suyun şırıltısı,
Makinenin homurtusu
Katladığım yastık kılıfı
Dedemim uzun pala bıyıkları
Kuşağından sarkan köstekli saatin gizemi
Başındaki kasketin karesi
Horozların heybeti
Köpeklerin havlaması
İçi içe geçiyor kafamın en uğraksız hücrelerinde
…
…
Sonra…
Sesini duyuyorum dedemin
Yere vuruyor cevizden bastonunu, tık tık...
Mırıldıyor gözleri kapalı.
Yanına sokulup, sesleniyorum tahammülsüz:
”Bao*, çeşmeden su getirem?”
İrkiliyor birden!
Sevinçten gülerken kıs kıs; gebe kadınların göbeğine taş çıkartan göbeği hopluyor yerinde.
”Benim aqili qızım, he he. Git!" diyor.
Elimde, "stil" dediğimiz bakır su bakracı ile “aşağı”çeşmeye gidiyorum.
Dilimde;
“Kestane gürgen palamut
Altı yaprak üstü bulut
Gel sen burda derdi unut
Orman ne güzel, ne güzel”
Tekrarlamak hiç bıktırmıyor!
Etrafı çalılarla kaplı çeşme yolunda ilerlerken
Kertenkele geçiyor önümden, kurşun hızıyla!
Çığlık atıyorum, "Baoooo!"
Fırlatıyorum bakracı çeperden yana.
Koşarak evin yolunu tutuyorum.
Yirmi adım sonra varınca çardağa, kürsü üstünde oturan dedemi gülerken buluyorum.
Sanki radarla beni izlemiş gibi ”yine kertenkele mi gördün?” diyor...
Ve pala bıyığını yuvarlıyor düşünceli.
Vakit kaybetmeden; kürsüden kalkıyor ceviz bastonun yardımıyla.
Kalkarken pufluyor, ıkınıyor.
”Gel qızım, senle beraber gidek!” diyor.
Ah, o çeşmenin taşlı dikenli, yokuş yolu…
Suyu taşımak ağır gelirdi çelimsiz kollarıma.
Ama ben bir an evvel büyümek istedğimden, hiç şikayet etmezdim.
Hem sevindirmek isterdim dedemi, nenemi.
Başarmış sayılırdım eve varana kadar, suyun yarısı dökülmüş olsa da.
Nenem, ağrıyan belini tutarak;
"Çena mı peta!**” derdi sevgiyle.
Pembe yanakları, titreyen başıyla bana gülümserdi.
Ödülüm olurdu yağda yumurta
Günün kaymağı
Elma kokan sandığını açıp, içindekilerini gösterirdi
Ah o nasıl bir hazineydi..?
Ya anlattığı o efsanevi masallar...
Onun anlatırkenki melodili sesini ne çok severdim ah...
Dedem ise davudi sesiyle, hüzünlü gurbet türküleri söylerdi bana:
"Ben puqara varmışam
Elim yüzüm yumişem
Altın yüzük bulmişem
Aq benim…”
- Beni bir ağlama tutardı her seferinde...
Ah (keşke, keşke anımsayabilseydim yarım asır öncesinden olsa da)
Peki...
Komşum Tanja’nın ağrıyan dizleriyle
Köpeğiyle konuşan, kürdan kılıklı Olof’la
Bülbülün sesini duymak için sabahın beşinde - ormanın en sığ yerinde - bir taş üstüne tüneyen Katarina’nın tutkusuyla
Göl kıyısının ıssızlığında, yalnızlık yorgunu cılalı bir bankta
Bir başına oturan kadının düşleriyle ilintisi ne, bu anımsadıklarımın?
Hadi söyle; n’olur söyle;
Anıların benden istediği ne?
Bütün bunlar;
Bana bariz,
Sanaysa saçma gelen bir dizi banallıklar mı sadece?
(HK/EMK)
Zazaca
* dede/baba
** çalışkan kızım