Davos’ta sinirler gergindi. Peki bunun sebebi neydi? Sadece İsrail’in Gazze’ye dönük son katliamı mıydı Erdoğan’ı bu denli diplomatik nezaketten uzak bir konuşmaya iten? Bugüne kadar gelen süreçte Türkiye dış politikasında oluşturmaya çalıştığı hedeflere Ortadoğu’da ulaşabilmiş miydi? Elbette ulaşamadı. Ortadoğu’da çekilen filmin yönetmeni ve başrol oyuncusu belliydi. Türkiye oyuncu kastının dışında kalıyor, hiç değilse kamera arkasında işe yaramaya çalışıyordu.
Türkiye’nin “moderasyonunda” Ortadoğu denklemi
Kendisine biçtiği teknik görev ise arabuluculuktu. “İstikrarlı” demokrasisi, ılımlı İslami yönetim modeli ve hasbelkader Forbes dergisinde bile konu edilen ama kırılganlıktan bir türlü kurtulamayan ekonomisiyle bölgenin bu “güçlü ülkesi”, artık Basra Körfezi’nden Akdeniz’e uzanan çizgide söz sahibi olmak istiyordu. Hem de yönetmene ve “esas oğlan”a rağmen. Ama her ne oluyorsa oluyor, işler bir türlü Türkiye’nin istediği çizgide yürümüyordu. Olaylara müdahale edememek, oyunun asıl parçası olamamak, durmadan ortaya dökülen ve anlamı belirsiz ‘stratejik ortaklık’ retoriği ile işlerin yürümediği görülüyordu. Bunun ilk işareti yine Gazze’den 2005 yılında gelmişti. 1980’li yıllardaki Lübnan Sabra ve Şatila katliamının baş sorumlusu, Kadima Partisi’nin kurucusu ve İsrail’in o tarihteki başbakanı Ariel Şaron, Gazze’den tek taraflı çekilme planını yürürlüğe koymuştu. İsrail, işgal altında tuttuğu Gazze’deki Yahudi yerleşim birimlerinin boşaltılmasına karar verdi. Bütün dünya bu kararın arkasındaki gerekçeyi anlamaya çalışıyordu.
Gazze’ye karşılık Batı Şeria
Hem Filistin’de hem de İsrail’de seçimler yaklaşıyordu. Özellikle Arafat’ın ölümünden sonra Filistinliler El Fetih kardrolarının yolsuzluklarından, Mahmut Abbas’ın ABD ve İsrail ile kurduğu düzeysiz ilişkiden rahatsızdı. Siyaseten daha tutarlı bir politika izleyen El Fetih’in en güçlü rakibi, artık ciddi bir iktidar alternatifi haline gelmişti. HAMAS kadroları artık gerçek bir Filistin Devleti’nin kurulması gerektiğini söylüyor; 60 yıldır savaş, işgal ve sefalet altında yaşayan Filistinlilere İslami motiflerin ağırlıkta olduğu bir politik dil kullanarak yeni vaatler sunuyordu. Bu nedenle Şaron ve kurmayları Filistin seçimlerinin hemen öncesinde kendi çıkarları için bir karar vermek zorundaydı.
Gazze’deki Yahudi yerleşimlerinin boşaltılmasının ardında yatan en önemli sebep, HAMAS’ı yalnızlaştırmak ve tahnit etmekti. Ayrıca zaten Şaron Gazze’deki yerleşimlerden vaz geçerek, Batı Şeria’daki yeni birimlerin temelini de atmış oluyordu. El Fetih ve HAMAS’lı yetkililerin tüm itirazlarına rağmen İsrail, tek taraflı olarak “Gazze’ye karşılık Batı Şeria” formülünü devreye sokuyordu. Üstelik bu sinsi politikayı uygulamaya koyarken Şaron, ne yaptığını tam olarak anlayamayan dünya kamuoyunun gözünde “Barışçı” mertebesine yükseliyordu. Dünya Ortadoğu’yu anlamakta her zaman olduğu gibi çok geç kalacaktı.
İsrail’in tek taraflı politikaları
Oslo sürecinin başarısız olması, İsrail yönetimini tek taraflı politikalar izlemeye götürdü. Artık bir masanın etrafında toplanıp Filistin yönetimi ile uzlaşma arama devri kapanmıştı. HAMAS, demokratik ve serbest seçimler sonucu tek başına iktidara gelmiş, ABD - İsrail ikilisi buna “bir çözüm” aramaya başlamıştı bile. Ramallah’ta ve Gazze Şeridi’nde El Fetih ve HAMAS arasında büyük bir gerilim başlamış, iş Filistinlilerin birbiriyle çatışmasına kadar varmıştı. Ortam iyice gerildi, Filistin siyaseten bölündü. Mahmut Abbas ve kurmayları bir tarafta, HAMAS bir taraftaydı. İsrail dışişleri yetkilileri uluslararası basın kuruluşlarına verdikleri demeçlerde artık Gazze için “Hamastan” yakıştırması yapılıyordu. Siyonist yönetime göre yapılması gereken artık HAMAS’ı tahnit sürecinin hızlanmasıydı. Nitekim batı dünyası HAMAS ve Gazze’ye tamamen sırtını döndü. Bir yandan abluka, öte yandan uluslararası ambargo Gazze Şeridi’ni bir açıkhava hapishanesine çevirdi. Şaron’un hastalığı sonrası Kadima’nın yeni liderliği, 2006 temmuzunda Gazze’ye yönelik bir operasyon düzenledi. Bu operasyona asıl tepki Lübnan’dan, yani Hizbullah’tan geldi. 2006’da Lübnan’da yaşananlar hafızalarda taze. Ülkenin dörtte üçü 33 gün süren savaş sonucunda neredeyse tamamen tahrip edildi. İsrail Hizbullah karşısında ciddi bir yenilgiye uğradı ama aslında 2005’te başlayan ve 2006’da devam eden bölgesel gerginlik artık İsrail’in tek taraflı politikaları nasıl uygulayacağını da vazediyordu. Peki Türkiye denklemin neresindeydi? Anlaşılan batı dünyasında ve İsrail nezdinde Türkiye’nin yapıcı olmaya çabalarına burun kıvırılıyordu. AKP ise bir gün Ortadoğu’da yaşananlara müdahil olabileceği zannıyla kendi kendine gelin güvey olmanın ötesine gidemiyordu.
Talihsiz Bush devri ve yeni Ortadoğu haritası
Irak’ın işgali süresince Bush, İsrail’in hemen üzerinde İsrail’e destek vermeyi sürdürdü. Filistin’de barışın anahtarı sayılan, “İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi” talebi artık tarihin tozlu raflarına kaldırılıyor, Bush bu konuda İsrail’e her türlü güvenceyi veriyordu.
Bu süreçte Pakistan ve İsrail arasında başlatılan diyalog çalışmaları ile rüştünü ispatlama gayretkeşliği içindeki Türkiye, batıya yumuşama sinyalleri göndermeye başlayan Suriye ile İsrail arasındaki dolaylı görüşmelerin başlamasına da aracılık etti. AKP’nin diplomatik kadroları kendilerine de arabulucu sıfatını yakıştırarak işe koyuldular. Beşar Esad’ın Suriyesi ile İsrail arasında, Golan Tepeleri’nin işgali ile başlayan ihtilafın çözümü için çalışmalar başladı. Ancak başta su kaynakları sorunu olmak üzere pek çok soru yanıtsız kaldı. AKP’nin nafile çabaları sürerken 2009’a gelindi. Gazze’de yaşanan katliam ve İsrail’in sebep olduğu büyük insanlık dramını yeniden betimlemeye gerek var mı?
“Kazan kazan” taktiğinin iflası
Türkiye, dünkü yazımızda da tarif ettiğimiz “kazan kazan” stratejisini uygulamaya çalışırken, Gazze’deki katliama dur diyemedi. Bombardımanın başlamasının hemen öncesinde Türkiye’yi ziyarete gelen Olmert ile samimi görüntüleri dünya basınında da yer bulan Tayyip Erdoğan, kendisini kandırılmış hissetti. Çocukların, genç, yaşlı, kadın, erkek sivil Filistinlilerin ölüm haberleri, diplomatik hedeflerinde başarısız olan AKP’yi ve liderini çileden çıkarttı. Türkiye’nin ABD ve İsrail ile stratejik ortaklığının bir yanılsamadan ibaret olduğunu nihayet AKP de gördü.
İşte tam da bu yüzden Bush’un yaşattığı talihsiz devrin ardından Türkiye yüzünü yeniden AB ve Obama’nın ABD’sine dönmek zorunda kaldı. Bir yanda Kafkaslar’daki kırılgan vaziyet ve Rusya’nın Osetya krizi sonrasında giderek artan bölgesel hakimiyeti, öte yanda Gazze’li Filistinlilerin yaşadığı büyük acı AKP’ye, batıdan bağımsız bir bölgesel güç olma çabasının kifayetsiz kalacağını gösterdi. Belli olmuştu ki Türkiye, arkasında AB’nin yaptırım gücünü ve ABD’nin desteğini görmeden bu bölgede İran gibi tek başına güçlü bir aktör olamayacaktı. Egemen Bağış’ın “Başmüzakereci” olarak atanması bu anlamda bir tesadüf değil.
Türkiye vakit kazanmaya çalışıyor
Amerikan başkanı Obama’nın Türkiye ile ilgili tavrının netleşmesi ile yakın gelecekte AKP’nin de yeni Ortadoğu denklemindeki yeri belli olacak. Yaşananlar, en azından Tayyip Erdoğan’a özellikle bulunduğumuz bu bölgede “iki kere ikinin her zaman dört etmeyeceği”ni gösterdi. İşte bu nedenle başbakan Davos’ta hem kandırılmışlık hissiyatını biraz olsun ötelemek, hem de eski dengedeki konumunu flulaştırmak için sert bir çıkış yaptı. Erdoğan ve kadroları şimdi her zaman olduğu gibi yine başkaları tarafından formüle edilecek konjonktürü görmeye, yeni yapılanmanın neresinde yer alacağını belirlemeye çalışıyor. Peres’e yönelen hiddetin temelinde araya bu flulaştırma ve mesafe koyma taktiğinin rolü büyük. AKP, ılımlı islami bir siyasi hareket olarak şimdi Ortadoğu ve Kafkaslar meselesinde kendisine biçilecek yeni rolü bekliyor. Bu arada gündemi diplomatik kavgalar ile meşgul ederek vakit kazanmaya çalışıyor. Bu arada Erdoğan da onca sıkıntının içerisinde Arap dünyasında bir “kahraman” olmanın tadını çıkarıyor. (MU/EÜ)
* Gazeteci Murat Utku'nun konu üzerine yazdığı ve dün bianet'te yayınlanan yazıya ulaşmak için: “One Minute” ya da “Dik Dur Ama Diklenme”