* Fotoğraflar: Datça Belediyesi, Instagram
Geçen haftaki yazımda yaşadığım yer olan Datça’daki birkaç sorunla ilgili ağzınıza bal çalmıştım. Bu yazımda ise tadı zehir gibi gelebilecek o balı kavanozla boşaltmayı düşünüyorum. Datça bildiğiniz üzre Türkiye’nin son dönemlerde özellikle sosyal medya paylaşımlarında öne çıkan güzide Ege kasabalarından biri. Kasaba diyorum çünkü her ne kadar nüfus yoğunluğu artmış, zincir mağazaların şubeleri tıkır tıkır açılmaya başlanmış, son birkaç yılda bir mahalleye düşen market sayısı üçü aşmış olsa da ilçe olmaya sadece adaylığını koyabilen bir kasaba. Bunu özellikle pandemi öncesindeki nüfus azlığıyla çok daha fazla hissedebiliyorduk.
Artan nüfusla birlikte ivmelenen kiralar, “Hadi ben de bi sahil kasabasına yerleşip hayatımı orada geçireyim” haklı düşüncesiyle Datça’ya gelen şehirlilerin (burada hangi ekonomi ki o sorusunu düşünüyorum) olmayacak fiyatlara arsa ve ev satın alıyor oluşuyla birlikte çok ciddi konut sıkıntısı gündeme gelmeye başladı. Memurların ev bulamadıkları için tayinlerini istediğine birebir tanıklık etmişliğim bile var. Sonra da dediğim gibi evlerini olmayacak rakamlara kiralayan ya da satan ev sahipleri, devlet dairesinde işlerinin neden yürümediğine dair soruyu o dairede çalışan ama barınma sorunuyla karşı karşıya kalan kişilere soruyorlar, ne yapsınlar…
Datça bir kasaba olmasına karşın eksikliğini hissetmeyeceğiniz birkaç meslek var. Bunlardan en önemlisi de emlakçılık. Elinizi kime değseniz emlakçı. Çünkü Yarımada bu konuda inanılmaz verimli. Buradaki mülk sahipleri de arsalarını, arazilerini ellerinden çıkarmaya çok meraklılar. Harnup, badem, zeytin ve palamut ağaçlarının yanı sıra balıyla da ünlü Datça’da son birkaç yıldır neredeyse artık tek konuşulan konu emlak. Herkesin de hayali hemen hemen aynı: “Bir arsa alayım, tiny house’umu koyayım, keyfime bakayım”. Valla ne yalan söyleyeyim benim de burada yaşıyor olmama karşın kendime ait bir arazide küçük bir ev hayalim yok değil, bir de dağa baksa oooffff! Neyse, az çok sahil kasabalarındaki emlak fiyatlarından haberdarsınızdır diye düşünüyor, geçen haftaki yazımı yeniden refere ediyorum. Söz konusu emlak fiyatlarıyla ilgili olarak kimsenin bir konsensus yoluna gitme eğilimi olduğunu da görüyor değilim. Bundan 5 yıl önce tutacağınız bir evin fiyatı ortalama bin lira civarındayken şimdi o rakamlar 3.500-4.000 lirayı buluyor. Satış fiyatlarını da siz buna hesaplayıverirsiniz artık. Sezonda ise çoğu ev sahibi günlük, haftalık kiraya vermenin çok daha kazançlı olduğunu bildiği için sezon sonunda evlerini kiraladıkları kişileri evlerinden çıkarabiliyor ve sezonda artık kaça giderse o kadara yazlıkçılara, tatilcilere kiraya veriyorlar. E ne de olsa sezon kısa fiyatlar uçuyor. Kimse bu sebeple kimseyi suçlayamaz belki ama aylık geliri ortalama memur maaşı kadar olan bir ailenin burada yaşaması az önce de söylediğim gibi neredeyse imkansızlaşıyor. Bu da ciddi mağduriyet yaşayan insanların “TOKİ gelse de kurtulsak” demesine sebep oluyor. Ama daha önceleri TOKİ’nin nasıl da t(o)kiye yaptığı unutulmuş gibi…
Son çözüm olarak ancak taşeron firmalar gelmez, Datça’da bu konuda uzman ve söz sahibi olabilecek, doğa tahribatına izin verilmeyecek bir biçimde ve tabii ki yatay olarak konut yapılacaksa düşünülebilir. Ama dediğim gibi son çare olarak.
Bunun yerine yapılacak ilk çözüm olarak aklıma sadece kira ve satışlarda alt limit-üst limit belirlenmesi geliyor. Olamaz mı, olabilir!
Kuru tarıma geri dönmek zorunluluk
Bildiğim ve bu sene Badem Çiçeği Festivali online programını hazırlarken (Datça Belediyesi Youtube kanalından izleyebilirsiniz) birkaç badem üreticisi ve arıcılıkla uğraşan çiftçilerle konuşma onlara derinlemesine meseleyi anlattırma şansına nail olmuştuk. Bu süreçte de aslında Datça’nın sulu değil, kuru tarıma uygun olduğunu bu nedenle de badem ve harnup için en uygun yer olduğunu öğrenmiştik. Bu iki ağaç elbette ki arılar ve arıcılar için de çok ama çok değerli. Ancak son yıllarda artan nüfus, onun hemen öncesinde kimi şirketler tarafından kiralanan arsalarda; coğrafyaya uygun kuru değil, sulu tarıma ihtiyaç duyulan, her ne kadar damlama sulama yöntemiyle sulanıyor olunsa da çevreye verdiği zararı net olarak gördüğüm tarımcılıkla karşılaşınca şaşırmamış ama çokça üzülmüştüm. Kaldı ki kendi bahçemizde doğal yöntemlerle gübreleme ve “ilaçlama” yaparken yan tarladan gelen ilaçların da bizim ağaçlarımıza ve bitkilerimize değiyor olması hiç hoş değildi.
Doğruluğunu teyit etmediğim bir bilgi de yine çok farklı çeşitte Datça bademi olmasına karşın buraya ya da farklı bir coğrafyalara dikilmesi karşılığında ithal badem ağacı dikimine yönelik hibeler verildiğini öğrendiğimde de için cız etmişti. Bunu da sizinle paylamış olayım. Elinizde buna dair belge, bilgi varsa paylaşmanızı rica ediciğim.
Arabalardan korna, musluklardan tıs
Bu sene bambaşka bir şey oluyor… Geçen sene Datça’da daha önce görmediğim bir kalabalığı Kurban Bayramı sırasında görmüştüm. Bakkal ve marketlerde makarna stokları tükenmiş, sık sık su kesintileri meydana gelmiş, araç çokluğundan işimizi halletmek için gittiğimiz merkeze yayan gidip gelmek zorunda kalmıştık (benim aracım hep bisiklet zaten). Daha önce hiç görmediğim kadar araç vardı. Bu yıl ise henüz bayram tatili başlamamış olmasına karşın araç trafiği aklımızın sınırlarını zorluyor. Merkezde yol boyu park etmek de artık ücrete tabi! Bir de durup dururken basılan o korna sesi yok mu, yazın geldiğini müjdeliyor adeta.
Bir başka güzide ses ise gün içinde birkaç kez musluklarımızdan gelen “tıs” sesi. Bu sesi bazen günlerce de duyabiliyoruz. Pandemi koşullarında muazzam! Geçtiğimiz günlerde, birkaç yıl önce Datça’da da ağırlama fırsatımız olan, iklim aktivisti sevgili Atlas Sarrafoğlu’nun dediği gibi “Bu yaz geriye kalan hayatımızın en soğuk/serin yazı”. Datça gibi yağışı artık daha da az olan (rivayete göre eskiden bahar aylarında 40 gün boyunca hiç durmadan yağış olurmuş) coğrafyalarda su sıkıntısıyla ilgili önlem almanın yanı sıra yeni çözümler de üretmek gerekiyor. Datça’da bununla ilgili çalışan bir ekip var elbette: Datça Kent Konseyi Su Çalışma Grubu. Onların önerilerini buradan okuyabilir, takipte kalabilirsiniz.
Yarımada’nın kısıtlı su kaynakları açısından kapasitesi üzerindeki yapılaşmanın yakın gelecekte Datça'da yaşamı bitirme noktasına getireceğinden, şimdiden kıyı kesimlerinin tuzlanma nedeniyle alarm vermekte olduğunu da söyleyeyim. “Kuyulara tuzlu su dolarsa ne olur?” tahmin edebilirsiniz. Yerel ve merkezi yönetimin bu sorunları göz önüne alarak bir nüfus ve yerleşim planlaması yapması çözüm önerilerimden biri.
Ama benim özellikle bu bölgeye akın eden tatilcilere önerim ise, su tanklarını, varillerini, damacalarını, bidonlarını artık ne bulurlarsa onu doldurarak gelmeleri olacak. Demem o ki taşıma suyla tatil de olur.
Kahraman MUÇEP MUÇEV’e karşı
Size Anayasa’nın bilmem kaçıncı maddesinden bahsedecek kadar hukuki bilgiye sahip olmadığımı hatta bu gibi yazıları yazarken çözmeye çalıştığım hukuk metinlerini okumaktan da ne kadar sıkıldığımı söyleyeyim. Ancak bildiğim bir şey var ki o da sahillerin halka ait olduğu ve bunun değiştirilemezliği.
Yıllardır Muğla’nın başına bela olmuş olan ve sahilleri kiralayan Muğla’ya Hizmet Vakfı ve Türkiye Çevre Koruma Vakfı ortaklığı ile kurulmuş bir limited şirket var. Bu şirketin internet sitesine girdiğinizde göreceğiniz ilk yazı ise “Tüm plajlarımız halka açıktır ve kesinlikle giriş ücreti alınmamaktadır” yazısı. Evet gerçekten de MUÇEV’in işlettiği yerlerden giriş ücreti alınmamakta. Peki MUÇEV’in işletmesini başka yerlere verdiği alanlar için bunu söylemek mümkün mü? Tabii ki hayır. Buna örnek olarak Ortaca Belediyesi’nin MUÇEV’den kiraladığı İztuzu plajını verebiliriz. Karşılığında otopark, tuvalet ve duşlardan yararlanabiliyorsunuz elbette. İztuzu’nda foseptik altyapısı olmadığı ve ulaşım da zor olduğu için belediye sürekli temizlik için vidanjörle alanının temizliğini yapıyor. Ha, bir de Ortaca Belediyesi yetkililerinin söylediğine göre yaya girişlerde ücret alınmıyormuş. Denemek gerek. Ama konu elbette MUÇEV’in olmasa da işletmeye verdiği yerlerden plajlarda ücretsiz yararlanmanın mümkün olmadığı konusu. MUÇEV’in söylediğine göre ise “Gelirler ile ülkemiz ve Muğla'nın çevre koruma faaliyetleri ve sosyal projelerine katkı sağlanmaktadır”. Ben kendi adıma inanmıyorum. Haklarında açılmış pek çok dava olduğunu da söylemiş olayım.
Konu böyle olunca Muğla’daki pek çok STK da harekete geçti. Bunlardan biri de Muğla Çevre Platformu (MUÇEP). Muğla’yla ilgili pek çok konuda pek çok kazanımın sağlanmasında önemli rolü olan MUÇEP. Kahraman MUÇEP. Muğla içindeki pek çok farklı alana koruma gelmesini sağladığını söylemek yanlış olmaz. Bünyesi içinde “Kömürsüz Muğla”, “Alavara”, “Kıyı Kullanımı”, “Orman”, “ÇED” ve daha pek çok çalışma grubu bulunuyor. MUÇEP, Alavara’daki şimdilik kazanım gibi görünen konuya da, Kargı’daki otel inşaatına da göğüs geriyor. Kargı’ya göğüs gererken elbette bunu Datça’da bulunan pek çok STK’nın bileşeni olan Datça Demokrasi Platformu’yla birlikte yürütüyor. Bu arada hazır Kargı demişken ne olmuştu hatırlayalım, 6 Nisan 2021 tarihli Resmi Gazete’de Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla Muğla’nın Datça ilçesinde bulunan Kargı Koyu yakınlarındaki hazine arazisinin bir bölümüne “Otel alanı, günübirlik tesis alanı, park alanı, otopark” yapılmasının önü açılmıştı. Şimdi ise oraya söz konusu tesisi yapacak isimler arasında bir rivayete göre AKP Denizli Milletvekillerinden biri olduğu söyleniyor. Rica ediyoruz kimse kendisi bir adım öne çıkabilir mi acaba? Datçalılar ve doğa savunucularının muhataplarını tanımaları haktır herhalde.
Kargı’da eğer böylesi bir inşaat yapılırsa zaten doğa tahribatı yüzünden çok ciddi sıkıntılara gebe Datça için dönülmez bir yola girilmiş olunacak. Çünkü oraya yapılacak olan inşaat sonrasında hemen yanında bulunan şimdilerde cennet olarak anılagelen Akvaryum Koyu’nu, sonrasında zaten yukarıdan orman yolu bahanesiyle kocaman yolu açılan Domuz Çukuru’nu ve henüz “keşfedilmemiş” pek çok koyun imara açılmasına sebep olacak gibi görünüyor. Enine boyuna yayılmaya devam eden inşaatlar sahilden de Hayıtbükü’ne kadar birleşerek ve ortada ne yazık ki ne endemik bitki örtüsü, ne doğal güzellik ne de huzurlu bir tatil için alan kalmayacak. Daha da fenası suyla birlikte rüzgar da yitip gidecek. Buranın deprem bölgesi olduğunu da hatırlatmak ama üzerinde pek durmamak isterim.
Tamam peki bu yazıda da kavanozun tamamını boşaltmış sayılmam belki. Sadece olan bitenden haberdar etmek istedim. Datça bir yarımada ve kaldıramayacağı kadar büyük yükler yüklenen bir yarımada. Bunun bilincinde olmak, mücadelelere ses vermek, hatta fütursuzca devam eden katliama dur demek en başta da vicdanlı insan olmanın birincil şartı diye düşünüyorum.
Bir müzik yazarı olarak yaşadığım alanla ilgili yazmak zorunda kalıyorum son zamanlarda… Ne yapalım demek ki gerekliymiş. Bu da bizim özgeciliğimizden, diğerkamlığımızdan geliyor olsa gerek. Ya da belki kendi yaşadığım yer olduğu için biraz da bencilimdir. Ama hayır, İkizdere’den Tuz Gölü’ne, Amazon ormanlarından Kanada’ya bu dünya bizim, evimiz!
Bu yazıyı yazmama vesile olan olumlu-olumsuz katkı sağlayan ve emeği geçen herkese teşekkürlerimle… (ÖÇD/AS)