Charles Darwin'in (1809-1882) doğal seçilime dayalı evrim kuramı, bilim insanları tarafından tartışma götürmez bir şekilde doğru kabul edilirken, yaratılış fikrine inanan çevreler tarafından hararetle reddedilmektedir. Son yıllarda bilimin bize sunduğu teknik imkânlar, DNA araştırmaları ve genetik biliminin hayli ilerlemiş olması nedeniyle, elde edilen bilgilerle, teori, bilim insanları tarafından kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde doğru kabul edilmektedir.
1543 yılında, Polonyalı, katolik piskopos danışmanı, matematik, astronomi dalında bilim insanı olan Nikolas Kopernik (1473-1543) dünyanın, evrenin merkezi olmadığını, güneşin dünyanın çevresinde değil, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü ileri sürdü. Başlangıçta bu iddia, çok tepki çekse de, bir asırdan fazla bir sürede kabul edildi.
Alman keşiş, teolog Protestanlığın babası Martin Luther'in (1483-1546) arkadaşı ve din reformcusu Philipp Melanchthon (1497-1560) "Bir hristiyan prens bu deli adamı durdurmalı" diyerek dünyanın güneş etrafında döndüğü fikrine, karşı çıkmıştır. Başlangıçta, bazı dini çevrelerce yaylım ateşine tutulsa da, Kopernik'in iddiası zamanla kabul edildi.
Dünyanın, güneş etrafında dönüyor olduğu düşüncesi, bir müddet sonra hazmedildi ve hatta Mısır'ın da etkisi ile güneş sembolizmi, ortaçağ karanlığına tepki olarak, rağbet görmeye başladı. İtalyan fizikçi, matematikçi, filozof, astronom Galilei de (1564-1642) güneş merkezciliği savunmuş engizisyon tarafından yargılanmıştır. 1632 yılında "İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Dialog" adlı kitabı yayınlanmış ve Katolik Kilisenin tepkisi ile karşılaşmıştır. Kopernik ve Galilei'nin fikirlerine çok büyük direnç olsa da gezegenin, evrenin ve yaratılışın merkezi olmadığı düşüncesinin, insanlar tarafından kabul edilmesi zor olmamıştır.
Bugün, Darwin'in kuramı için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Darwin'in ölümünün üzerinden bir asırdan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen, teori bütün çevreler tarafından kabul görmüş değildir. Darwin'in teorisi, yaratılışçılar tarafından şiddetle reddedilmektedir. Bilimsel kanıtları olmasına rağmen Darwin'in kuramına neden bu kadar çok reddiyeler dizilmektedir?
İnsan ayrıcalıklı konumundan vazgeçmek istemiyor
Amerikalı filozof ve bilişsel bilimci Daniel C. Dennett'in (1942-2024) Darwin'in Tehlikeli Fikri, Evrim ve Hayatın Anlamı adlı, bu yazıya da esin kaynağı olmuş eserinde geçen, "Derken bir gün Darwin çıkageldi ve tadımızı, tuzumuzu kaçırdı" ifadesi konu hakkında bize çok şey söylüyor. Yüce bir güç tarafından anlam yüklü bir hayat yaşamak üzere yaratılmış olduğumuz düşüncesi, biz insanlara güven veriyor ve nihilizme kapılmaktan koruyor. İnsan, imtiyazlı bir varlık olarak yaşamını sürdürme ayrıcalığından vazgeçmek istemiyor. Kendisini dünyanın ve varlığın merkezinde konumlandıran insan için, hayvanlarla ortak bir atadan evrimleşerek, bugüne geldiğini kabul etmek, gerçekten de çok zor. İnsan, Tanrı suretinde yaratılmış, Tanrı'nın bir tezahürü olduğu inancından vazgeçip, neden önemsiz bir hayvan konumuna indirgenmeyi kabul etsin ki? Yegane akıl ve idrak sahibi bir varlık olarak insanın, Tanrının göz bebeği, Tanrı suretinde yaratılmış bir varlık olmanın getirdiği imtiyazlı durumdan vazgeçmek istemiyor oluşu, son derece doğal ve anlaşılır bir şey.
Evrim teorisine şiddetle karşı çıkan yaratılışçıların, kendileri açısından haklı oldukları nokta, kendi kutsallarına dair temel inançların, zarar görüyor olması. İnsanların hayatları boyunca sahip oldukları değerler, bağlı oldukları inançlar, mevcudiyetlerini ayakta tutan temel görüşlerinin tahrip olması, o kadar da kolay bir şey değildir. İnsanın üzerine bastığı zeminin ayaklarının altından kayıp gitmesi de denilebilir bu duruma. Ayrıca, acımasız doğanın bir parçası olarak, diğer canlılardan hiç te farklı olmayan, sıradan bir canlıya dönüşme fikri, insanın ayrıcalıklı dünyasını başına yıkabilir. Her şeyi gözeten, koruyup kollayan bir tanrı fikrinden vazgeçip, insanların kendilerini, olasılıkların, raslantısallığın hâkim olduğu, insanı tıpkı bir yaprak gibi, oradan oraya savurabilecek bir hayat, bir yaşam görüşünü kabul etmek, hakikaten de çok zor. İçinde doğa karşısında kazanılmış imtiyazların kaybedilmesi riski de mevcut iken, Darwin'in tehlikeli kuramına tutunmak, insanlar için hiç te kolay olmayabilir.
İnsan anlam kadar hakikate de ihtiyaç duyar
Değerler ve inançlar, insan için anlam yüklü bir dünya yaratmak suretiyle, insanı ayakta tutuyor. Fakat anlam arayışı kadar, insan varlığı için önemli olan bir diğer şey de hakikat arayışı. Kendisini kandırma konusunda çok başarılı olan insan, hakikati bilmeye de şiddetle arzu duyuyor. Ayrıca sadece insanlar olarak bizim değerlerimiz, taleplerimiz, inançlarımız değil, dünyanın da bir gezegen olarak evrimi, kaderi var ve hakikatin ortaya çıkması için yaşamı ve bizleri zorlayabilir. Gerçeklerin açığa çıkmaya dönük yoğun eğilimi, insanın Tanrı suretinde yaratıldığı düşüncesine galip gelebilir.
Bilimsel çalışmaların çok ilerlediği bir dönemde zamanın tini de diyebileceğimiz zeitgeist, hakikatin ortaya çıkmasını talep eden bir durumda gibi görünüyor. Her ne kadar değerler sistemimizi, inançlarımızı sarsıyor olsa da gerçekle yüzleşmek te insan evladının en temel gereksinimlerinden biri. Güç yetirebildiği ölçüde hakikatin peşinden gidecektir. Darwin'in tehlikeli, inançlarımızı, değerlerimizi zedeleyen fikri, zaman çarkı ileriye doğru döndükçe daha kalabalık kitleler tarafından kabul edilecektir.
Evrim teorisiyle hayatı anlamlı hale getirebiliyorlar
Evrim teorisi ile barışık gruplar içerisinde Tanrı fikrini kabul edenler olduğu gibi, varlığını tamamen laik bir felsefe üzerine oturtmuş ateistler de mevcut. Evrim teorisinin kabul edildiği bir durumda bile insanın yaşamı anlamlı kılma ve insani değerler yaratma eğilimi her daim varlığını sürdürüyor. Bir Yaratıcı Tanrı fikrini kabul eden ve Tanrıya ilişkin görüşleri evrim teorisi ile uyumlu insanlar için Tanrı, antropomorfik (insan biçimci) bir varlık değildir. İnsani özelliklerin çok ötesinde, tapınılmaya değer üstün bir varlıktır.
Üstün bir tanrısal varlığa inanmaksızın, dini inanç içermeyen felsefelere, yaşam karşısındaki çaresizliğini alt etmesini sağlayan görüşlere dayanan insanların da, kutsal saydığı şeyler var. Yaşam, sevgi, erdem, zekâ, güzellik, iyilik gibi kavramları esas alarak, yaşamı anlamlı ve değerli bir hale getirebiliyorlar. Her devirde olduğu gibi yeni fikirlerin, yeni keşifler ve icatların kabulüne dönük, toplumun bazı kesimlerinde bir direnç oluşuyor. Bu direnç, esasen değişime karşı bir direnç. Zaman, her şeyin üstesinden geldiği gibi, değişime karşı geliştirdiğimiz direnci de, karşı konulmaz bir güçle kırıyor.
Darwin "Türlerin Kökeni" adlı eserini yayınlandıktan bir kaç ay sonra 1860 yılında Oxford'daki Doğal Tarih Müzesi'nde geçen bir hadise, karşıt görüşlü taraftarlarınca farklı yorumlarla aktarılmıştır. Yağcı Sam lakaplı, Piskopos Samuel Wilberforce (1805-1873) ile evrim kuramının en önemli savunucularından Thomas Henry Huxley (1825-1895) arasında geçen bir hadise, karşıt görüşlü iki grup arasındaki fikir ayrılığının ne kadar büyük olduğunu göstermesi bakımından önemli bir olaydır. Piskopos Wilberforce büyük bir retorik hata yaparak Huxley'e "büyükannesi tarafından mı yoksa büyükbabası tarafından mı maymun soyundan geldiğini" sormuştur. Salonda tansiyon yükselir, bir kadın bayılır.
Darwin'in taraftarları Darwin'in kuramının bu şekilde yanlış anlaşılmasından dolayı öfkelenirler. En iyi bilinen versiyona göre Huxley, şu şekilde yanıt verir: "Maymun soyundan gelen atalarım olduğu için değil, elindeki zenginlikleri, gerçeği karartmak için kullanan bir insanla akraba olduğum için utanıyorum." O tarihten beri insanların bir kısmı, kuyruksuz maymunlarla atasal bir ilişki içinde olma fikrine karşı alıngan bir tavır sergilenmektedir. Maymunlarla akraba olma düşüncesi bazı çevrelerce çok sert bir şekilde reddedilmektedir.
İnsanı diğer canlılardan farklı kılan özellikler
Konu hakkında alınganlık gösteren bazı yaratılışçıların bakış açısı ile konuyu değerlendirirsek, insanları gerçekten de diğer canlılardan ayıran çok önemli özellikler var. Darwin'in teorisini kabul eden çevrelerde de insanı diğer canlılardan ayıran fizyolojik ve zihinsel özellikler olduğu düşüncesi kabul görür. Esasen Homo Sapiens'in diğer türlere benzemiyor oluşu fikrine tutunmak, son derece doğal çünkü, insan gerçekten de diğer türlerde görülmeyen özellikler sergiliyor. Hayranlık uyandıran sanat eserleri üretmesini, çok zor ve tehlikeli sporlar icra etmesini sağlayan, diğer canlılardan son derece farklı fiziksel özellikleri, zekası, dil yeteneği, sosyal becerileri ve anlam yaratma konusundaki yeteneği ile gerçekten de diğer canlılara benzemiyor.
Ürettiği kültür, değer, inanç, toplumsal normlar ve ahlak anlayışı ile de diğer canlılardan son derece farklı ve bu sayede de bütün dünyayı domine edebiliyor. Özellikle Neolitik Tarım Devrimi sonrası yerleşik hayata geçmesi ile beraber hızla geliştirdiği kültür, insanı, doğanın önemsiz bir parçası olan canlı konumundan, ayrıcalıklı bir şekilde doğanın karşısında, besin zincirinin tepesinde, kendisini Yaratıcının suretinde bir varlık olarak algıladığı, her şeyin merkezinde bir noktada konumlandırıyor.
İnsan evladının yeryüzündeki yaşam serüveninde biyolojik evrim gibi, kültürel evrimin de çok önemli bir yeri var. İngiliz evrimsel biyolog, etolog ve yazar Richard Dawkins (1941) tarafından gen kelimesine benzerliği nedeniyle "mem" kelimesi kültürel evrim iletim birimi anlamında kullanılır. Yunanca "çoğalmış, türemiş olan şey" anlamına gelen mimeme kelimesinin kısaltılmış şeklidir.Fransızca "kendisi" anlamına gelen "elle-meme" kelimesinin kökü "meme" ile de konuyu ilişkilendirir. "Memetik" bilimi Dawkins tarafından ortaya atılan fikirle, yeni bir çalışma sahasıdır. Düşünceler, fikirler, sloganlar, inançlar, siyasi görüşler, mem örnekleridir. Tıpkı biyolojik içeriğin DNA tarafından aktarılması gibi kültürel ve sosyal içeriklerin bir sonraki nesle aktarılması memler sayesinde gerçekleşmektedir. Memler genetik olarak aktarılmayıp, soyut bir niteliktedir. Aktarım için kimyasal bir ortama ihtiyaç duymazlar. Bir çeşit sosyal gen de diyebileceğimiz memlerden, ilk defa bahseden Richard Dawkins değildir. Fakat bir bilim dalı olarak çalışılmasını gündeme getiren "Gen Bencildir" kitabın da yazarı olan Richard Dawkins'tir.
Henüz ülkemizde bir bilim dalı olarak çalışılmayan bu konu hakkında araştırmalar yapılmaktadır. Çok yeni bir araştırma konusu olan kültürel evrim, geleceğin önemli çalışma sahalarından biri olacaktır. Belirli bir topluma ait düşünce, inanç ve siyasi görüş zaman içinde evrim geçirerek yeni nesle aktarılır. Yeryüzünde, birbirinden çok farklı, inanç, siyasi görüş gibi kültürel öğeler, sosyal genlerdir. Fikirler, ebeveynden çocuğa, insandan insana aktarılır. Memlerin biyolojik evrimimiz üzerindeki etkilerini, henüz tam olarak ölçemiyoruz. Fakat bilim ilerledikçe sosyal davranışların, biyokimyasal etkileri konusunda daha çok şey biliyor olacağız.
Kültürel genler olan, memler, evrimsel biyoloji açısından bizi diğer canlılardan ayırır. Diğer türlerde de kültürel bazı aktarımlar olsa da insan evladı, kültürü yaratma ve nesiller boyunca evrimleştirerek aktarma konusunda özel yeteneği olan bir canlı türü. Bilim, felsefe, teknoloji gibi alanlarda bu kadar başarılı olmasını sağlayan özelliği de bu zaten. İnsan evladı, evrim teorisini kabul etme konusunda tereddüte düşer. Çünkü başka hiçbir canlıda gözlemlemediğimiz bir zekâ seviyesine sahiptir. Üstün zekâsı, insanı gururlandırır ve bu sayede doğayı kısmen de olsa kontrol altına almayı başarır. Beyinlerimizde bulunan ve son altı milyon yılda evrimleşen özelliklerimiz diğer canlıların beyinlerinde bulunmaz. Diğer canlıların beyinlerinde bulunmayan bu özellikler sayesinde, kültürel aktarımlarla da beslenen tasarım zenginliği, paylaşılır. Bu şekilde muazzam bir bilgi ve güç birikimi olur. Dil yeteneği bu süreçte en önemli rolü oynar.
Önümüzdeki süreçte hayatta kalmamızı garanti etmeyen zekânın, en çok insanda olduğu kesindir. En zeki tür olarak, tek dil yetisine sahip canlı türü de biziz. Hayvanların kendi aralarında iletişim kurdukları gözlemlense de insandaki gibi bir dil yaratma, kendini ifade etme yeteneği yoktur. Beynimizin diğer canlı türlerinden farklı olmasının üzerine inşa edilen kültürel aktarım, muazzam bir bilgi birikimini mümkün kılar. Kültürel genler olarak, memlerin evrimsel biyoloji açısından beynimiz ve vücudumuz üzerindeki etkileri, yeni bir araştırma alanının konusudur. Kültürel evrim, biyolojik evrime göre çok hızlı ilerler. Memler kimyasal bir ortama ihtiyaç duymadan kulaktan kulağa aktarılır. Fikirlerin, beyin aktivitesi ve kimyasalları üzerindeki etkisinin bilimsel çalışmalara konu olması, çok önemli ve gereklidir.
İnsan küçük gruplar halinde yaşamaktan, avcı-toplayıcı göçebe yaşam tarzından, yerleşik hayata geçmiş, kalabalık gruplar halinde işbirliği ağı yaratmış, aynı değer ve inançlar etrafında toplanmış, kısacası bir toplum sözleşmesi yaratmıştır. Kalabalık gruplar halinde yaşamayı seçmiş olmak, toplumsal normlar ve ahlak kuralları geliştirmeyi, zorunlu hale getirir. Kalabalık gruplar bir düzen içinde toplumsal olarak uyulması gerekli yazılı ve yazısız kanunları, inançları ve ahlak kurallarını doğal süreç içinde meydana getirir. İşbirliği ağları ile milliyet, din, dil, tarih, kültür ve coğrafik konum gibi ortak paydalar üzerinden devletler kurulur. Kurduğu bu örgütlü yapılar sayesinde insan, bütün dünyaya hükmeder, uzayı keşfe çıkar. İnsan evladı, kültür, bilgi, duygu, inanç ve çeşitli fikirleri dil yeteneği sayesinde aktararak muazzam bir işbirliği ağı yaratır. Bu ağ sayesinde, teknoloji, bilim, sanat, felsefe gibi alanlarda bilgi birikimi oluşur.
Hayal gücü sayesinde, hayali gerçeklikler yaratarak, bir anlam örgüsü kurar. Hayatı anlamlı ve yaşanır kılma konusundaki, olağanüstü gelişmiş yeteneği ile insan, diğer canlılardan ayrılır. Akıl ve bilinç sahibi olmayan hücrelerden oluşan insan vücudu, nasıl oluyor da bir bütün olarak etrafına zekâ saçabiliyor? İnsanın fizyolojik, psikolojik, duygusal ve ruhsal özelliklerini araştırma ve keşfetme konusunda gidilecek çok yolumuz var. Biz hem doğanın, her zaman oyun dışı bırakabileceği önemsiz bir parçasıyız, hem de hayal gücü, farklı fizyolojik özellikleri, zekâsı, anlam yaratma yeteneği ve muazzam bir işbirliği ağı kurma becerisi ile en önemli oyuncusuyuz. Hem önemsiz, hem de çok önemliyiz.
İnsan önemli kararların eşiğinde
İnsan evladı, bundan sonraki süreçte önemsiz bir canlı konumundan tanrı mertebesine ulaşmaya dönük, destansı yolculuğunu nasıl devam ettireceğine karar verme aşamasında. Tıpkı bir bisikleti sürerken devamlı olarak pedal çevirme zorunluluğu olduğu gibi, insan doğa karşısında kazandığı zaferle elde ettiği ayrıcalıklı konumunu, kaybetmek istemiyor. Bu nedenle de doğayı araçsallaştırma konusunda ısrarcı davranıyor. Doğanın, bir böceğin soyunu tüketme ihtimalinin insan içinde geçerli olduğunun bilincinde olarak, insan onuruna yakışır bir şekilde hem kendi varlığını sürdürmenin, hem de doğanın ve içindeki diğer canlıların da varlığını, devamlılığını sağlayacak bir yaşam modeli yaratmanın, bir yolunu bulmak zorunda.
Hem fizyolojik hem de zihinsel özellikleri bakımından insan ayrıcalıklı ve en zeki tür olsa da, diğer canlıların da eko sistem için de çok önemli bir hayat sürdüğünü ve acımasız doğa içinde bitki ya da hayvan olarak varlığını sürdürmenin belki de insan olmaktan, çok daha zor olduğunu kabul etmemiz gerek. Biz kendimizi diğer canlılardan üstün olarak kabul etsek te henüz hayvanların dilinden yeterince anlamıyoruz. Onların hayatları ve kaderlerindeki derin anlamları görmeyi reddediyor, sadece kendimizi kutsuyoruz. Ayrıca zekâ, her zaman sürekliliği sağlayan bir özellik değil. Sanıldığının aksine zekâsı ve her şeyi kontrol etmeye dönük sonsuz arzusu, insanın sonunu da getirebilir. Zekâ her zaman bütünün sistematiğinin nasıl çalıştığı konusunda bizi aydınlatmaz.
Bütüncül bir yaklaşımla doğayı ve içindeki oyuncuları değerlendirmek için, zekâ yeterli olmayabilir. Bilimsel çalışmalar çok önemlidir ama parçanın araştırılmasına odaklandığı ve detaycı olduğu için her zaman bütünün bilgisine haiz olamayabilir. Konuya bütüncül yaklaşmadan da dünyadaki varlığımızı sürdürmemiz mümkün olmaz. Bundan sonra hangi yöne gideceğimize karar verirken, sadece bilimsel çalışmaların bulunduğu endüstrileşme ve bilgi çağı dönemlerini değil, insanlığın bütün olarak tarihini dikkate almalıyız.
Teknoloji ve endüstrileşmenin bizi getirdiği nokta, çok kıymetli olsa da, doğa ve diğer canlılar üzerinde çok kötü bir etki yarattı. Bu durumu göz önünde bulundurarak, arkaik insanın, dünyaya ve yaratılışa dair görüşleri, inanışları da dâhil her türlü veriyi değerlendirip, bütüncül, eski ve yeninin en iyi yönlerini sentezleyen, yeni bir yol haritası çıkarmak durumundayız.
Doğaya ve içindeki canlılara, dil, din, etnisite, ırk, fiziksel özellikler, sosyal ve ekonomik sınıf ayrımı gözetmeksizin, bütün insanlara, yaşam hakkı tanıyan yeni bir mutabakat üzerinde uzlaşmak önemlidir. Doğa içinde ayrıcalıklı bir canlı olduğumuza inanmanın getirdiği imtiyazlardan faydalanmak, bize, hem doğa hem de insan korumacı olmak gibi bir misyon yükler. Bu imtiyazın getirdiği sorumlulukları, doğaya ve diğer canlılara karşı saygılı ve korumacı bir tavırla üstlenmek, birinci ödevimiz olmalıdır.
Yeni bir anlayışa ve kültüre ihtiyacımız var. Doğa ve insanın varlığı ve devamlılığının birlikte gözetildiği, başka kültür, ırk, inanç, sosyal ya da ekonomik sınıf ayrımı yapmaksızın, fiziksel özelliklerinden dolayı insanları ötekileştirmeden yeni bir anlayış, yeni bir bakış açısı geliştirmek zorundayız. Diğer canlılara ve gezegene yaşam şansı tanımayan bütün yaklaşım ve uygulamalar en önce, en zeki tür olarak bizim sonumuzu getirir. Doğa ile uyumlu ve daha eşitlikçi, kollektivist ama aynı zamanda bireylere kendi biricikliğini yaşama şansı tanıyan, birey olarak farklılıkları da kabul eden bir anlayış gerekli.
Bireyin ön plana çıkmasını engellemeyen, bireylerin hak ve özgürlüklerini gözeten, ama aynı zamanda eşitlikçi ve kollektivist bir toplum düzeninin oluşması için çaba göstermek gerekir. Bireyci ve kollektivist toplum düzenleri arasında bir orta yol bulmak, doğa ve içindeki canlılarla, insanların en yüksek faydasını gözeten bir toplum ve doğa anlayışı geliştirmek son derece elzemdir.
Kutsal ve kutsal dışı
Evren ve insan kutsal mıdır değil midir konusu, karşıt görüşlü savunucuları tarafından daha çok tartışılacakmış gibi görünüyor. Her iki zıt görüşün sahipleri de kendi pencerelerinden haklıdır. Din tarihçisi Mircea Eliade, bütünüyle kutsal dışı bir dünyada yaşadığını iddia eden modern insanın bile, farkında olmadığı bir şekilde kutsaldan beslendiğini, çünkü kendi varlığının da binlerce yıl boyunca biriken bu kutsallığın mirasçısı olduğunu savunur.
Kutsal-dışı bir anlayışı benimseyen insan, her durumda, dinsel insanın (homo religiosus) tavırlarının izlerini, dinsel anlamlarından arındırılmış bir şekilde korumaya devam eder. Dinsel olmadığını hisseden ve iddia eden pek çok modern insan, mitoloji ya da bazı ritüellerden faydalanır. Yeni yıl eğlenceleri, nikah, doğum gibi olaylarda yapılan kutlamalar gibi. Varlığın, kendiliğinden hiç bir tasarımcıya ihtiyacı olmadan meydana geldiğini düşünen insanlar için bile, anlam yaratma ve insan yaşamını kutsama söz konusudur.
Belgelerle kanıtlanmış değilse bile, arkaik dönemlerde de dinsel olmayan insanlar, muhtemelen var olmuştur. Dinsel olmayan insan gelişimini, modern batı toplumlarında tamamlamıştır ve aşkın bir varlık boyutunu reddederek, tarihin öznesi konumuna kendisini yerleştirmiştir. Onun için kutsal olan, aşılması gereken bir engeldir ve gerçek anlamda özgürlüğüne kavuşmak için tanrıları öldürmek zorundadır. Modern hayat, endüstrileşme, teknoloji ve bilimin ilerlemesi de zaten insanın kendisini kutsadığı bir ortamda gelişebilir. Doğayı kutsallıktan arındırmadan, üzerinde işlem yapmak ta, doğal olarak çok zordur.
Homo Sapiens'in hayvanlarla aynı ortak atadan geliyor olması onun kutsallığına zarar vermez. Doğadaki herhangi bir hayvan gibi olduğunu kabul ettiğimiz durumda bile, insan özel bir varlıktır. Çünkü hayvanlar da çok değerli ve kutsaldır. Eko sistemi ayakta tutan her canlı değerlidir. Doğa ve yaratılış bütünüyle değerlidir. Dünyada, insanlar veya hayvanlar aleminde olup biten bütün kötü olaylara rağmen, dünya, son derece önemli bir deneyim, kendini ifade etme alanı gibi görünüyor.
Varlığın kökeni hakkında belki de hiç bir zaman tam ve doğru bilgiye ulaşamayacağız. Fakat nereden ve ne amaçla geldiğimizi tam olarak bilmediğimiz bir dünyada, son derece doğal bir şekilde bütün bilinmezliklerine rağmen, bu hayatı yaşamaya gösterdiğimiz arzu ve gayret, büyülü bir şeydir. Pek çok şeyin cevabını bilmediğimiz bir dünyada -öldükten sonra bilebilir miyiz belli değil- bilinmezlikleri kanıksamış bir şekilde yaşamaya ya da ölüm ötesi hakkında bile konuşmaya cüret edip, sanki her şeyin cevabını kesin olarak biliyormuş gibi inanmaya devam etmek, sihirli bir şeydir.
Küçük mavi bilye dünyanın bile, toz zerresi kadar küçük olduğu bir evrende, hiç bir zaman tam olarak kavrayamayacağımız varoluşa dair, kendimizce, farklı farklı, zaman zamanda birbiri ile çelişen, türlü türlü anlamlar üretmek, hikâyeler yaratmak, bir bakıma insanın yarattığı en büyük mucizedir.
Kaynakça
*Daniel C. Dennett, Darwin'in Tehlikeli Fikri, Evrim ve Hayatın Anlamı
*Mircea Eliade, Kutsal ve Kutsal Dışı Dinin Doğası
(FÜ/AB)







