Başka bir tabirle, herkes acı çekmekten korkar. Belki de bu korkudur, bizi acı çekenlerin seslerini duymaktan, onların acılarını paylaşmaktan alıkoyan. Acıyı hatırlamak dahi istemeyişimiz, başkalarının çektiği acılar karşısında kimi zaman akıl almaz boyutlarda duyarsız olmamıza sebep olabilir. Hatta çoğu kez, başkalarının acılarına karşı tahammülümüz sonsuzdur.
Kimi zamansa, bazılarının çektiği acılara üzülür, bazılarının çektiği acılara karşı ise hiçbir şey hissetmeyiz. Judith Butler'ın tabiriyle, sistem bize kimin acısına üzülmemiz, kimin acısına üzülmemiz gerektiğini öğreterek, insanlığın sınırlarını çizer.
Butler'ın düşüncesine göre, acılarını paylaşamadıklarımız, acıları karşısında hissizleştiğimiz insanlar, insandan sayılmaz. Nasıl hayvanların çektikleri acılar karşısında hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şey yapmıyorsak; aynı şey insanlık sınırları dışında bırakılanlar ya da bu sınırların dışına atılanlar için de geçerlidir. Onlar için de hiçbir şey yapma gereği duymayız.
Filistin'inin Acılarını Paylaşmak
Halkımızın Filistin konusunda gösterdiği haklı tepki, bana bunları hatırlattı. Söz konusu Filistin olunca, normalde gayet duyarsız olan bir halk, bir anda sokaklara döküldü, haykırdı ve bu vahşetin bitmesini istedi. Başbakanımız da bu insanlık suçuna bir dur demek için, bağırdı, İsrail'i azarladı. Tüm halk, Filistinlilerin çektikleri acıları paylaştı, daha fazla acı çekilmemesi için bir şeyler yapma gereği duydu.
Ama tüm bu süreç boyunca, söz konusu tepkilerin samimiyetini sorgulamaktan kendimi alıkoyamadım. Bu tepkiler bana, bir şekilde rahatsız edici, hatta ikiyüzlüce geldi. Normalde asla sokaklarda haykırdığını görmediğimiz kesimin, çıkıp Filistin için haykırması, yürümesi, eylem yapması beni sevindiremedi, aksine rahatsız etti.
Acılar Arasında Hiyerarşi Yaratmak
Çünkü bu eylemler çok açık bir biçimde, insanların çektikleri acılar arasında nasıl hiyerarşiler kurulduğunu gösteriyor. Bu hiyerarşide Filistinlilerin çektikleri acılar, bazı sebeplerden ötürü örneğin Darfur'daki insanların çektikleri acılara oranla, acılar arasında kurulan hiyerarşide daha üst sırada.
Her şeyden önce Filistin, içinde bulunduğumuz İslam dünyasında önemli bir kale. Üstelik her geçen gün gittikçe zayıflayan ve yitirilen bir kale... Bu yüzden Filistin halkının çektiği acılar İslam dünyasında önemli bir yere sahip. Filistinlilerin çektikleri acılar konusunda bile İslam dünyasının hiçbir şey yapamaması ise ayrı bir yazı konusu, o yüzden bu konuya hiç girmiyorum.
Ayrıca Filistinlilere zulmedenler Yahudiler... Yani Müslüman olmayan bir toplum, Müslüman olan bir topluma saldırıyor ve derin acılara sebep oluyor. Filistin konusundaki duyarlılığın altında biraz da bu "din kardeşliği" duygusu yatıyor. Yahudilerin zulmettiği ya da öldürdüğü "din kardeşlerimiz" için, hepimiz seferber oluyoruz.
Oysaki Müslüman bir toplum, Müslüman olmayan bir topluma ya da başka bir Müslüman topluma zulmettiğinde, bu durum, genelde böylesine büyük tepkilere sebep vermiyor. Çünkü bu durumda "din kardeşliği" gibi zayıf bir bağ işe yaramıyor ve kopuveriyor.
Din kardeşliğinin, acıların paylaşılmasında yetersiz, hatta ikiyüzlü bir itici kuvvet olduğunu, bu kardeşliğin işe yaramadığı durumlarda anlayabiliriz. Bu kardeşlik bağı işe yaramayıp koptuğunda / ortadan kalktığında, geride acılara karşı duyarsız bir toplum kalıyor.
Yani, normalde gayet duyarsız olan bir toplumun bazı konularda birden bir şeyler yapma gereğini hissetmesi, temelde acıların paylaşılması gerektiği fikrinden değil, din kardeşliği duygusundan kaynaklanıyor.
Darfur'daki Acılara Karşı Duyarsızlığımız
Dolayısıyla Darfur'daki acıları, toplumumuz paylaşamıyor, onların acılarını duyamıyor. Burada din kardeşliği işe yaramıyor.
Her şeyden önce Darfur'da, Müslümanlar zulmediyor. Ayrıca Filistin'den farklı olarak, Darfur'un İslam dünyasında herhangi bir manevi değeri yok. Yitirilmesinden korkulan bir kale değil. Kutsal topraklar dâhilinde de değil. Hatta çoğumuz Darfur denilen yerin nerede, hangi diyarlarda olduğunu bile bilmiyoruz. Darfur, her anlamda, oradaki halkın acılarını duyabilmemiz için çok uzakta.
İşte bu cehaletimiz ve duyarsızlığımızdan dolayı bizi yönetenler, Darfur'daki zulümlere sebep olan Ömer El Beşir'le aynı yemek masasında oturabiliyor, Uluslar arası Ceza Mahkemesi tarafından El Beşir'in savaş suçlusu ilan edilerek yargılanmasına karşı çıkabiliyor.
Darfur'da Neler Oluyor?
Oysaki Ömer El Beşir'in önderliğindeki Sudan hükümeti, Darfur'daki çatışmaların çıkmasından beri korkunç acılara, katliamlara sebep oldu. Üstelik savaşa dair bilgileri yok etmek amacıyla 2004 yılından beri tanıkları öldürüyor. Böylece geride, olup bitenleri anlatabilecek, oradaki insanların acılarını tüm dünyaya duyurabilecek kimse kalmayacak.
Neyse ki birileri vicdanının sesini duyuyor ve konuşuyor. Konuştuğunda ise, oralarda yaşanının ne kadar büyük bir felaket olduğunu anlıyoruz. Vicdanının sesini dinleyerek ordudan kaçan Sudanlı askerin CNN Muhabiri Nic Robertson'a anlattıkları ise kanımızı donduracak nitelikte. Devletin emriyle köyler basılıyor, küçücük çocuklara tecavüz ediliyor ve ardından bu çocuklar öldürülüyor...
Resmi kaynaklara yansıyan sayılar bile ürkütücü boyutlarda. Katliamların başladığı günden bu yana 2 milyon insan yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalmış. Eylül 2004'te Dünya Sağlık Örgütü'nün yaptığı açıklamaya göre ölenlerin sayısı 50.000'di. Bir ay için bu sayı 70.000'e çıktı.
2005'te yapılan açıklamaya göre ise, her ay doğrudan ya da dolaylı olarak 10.000 insan bu savaş yüzünden ölüyor. 2006 yılında yapılan bir açıklamaya göre, ölenlerin sayısı 450.000'e ulaşmıştı. Son durum ne, bilemiyorum. (YB/EÖ)