İletişim Yayınları’ndan çıkan Gökkuşağına İki Bilet, Attilâ Şenkon’un kendi deyimiyle “farklı yan açılımlarla öyküden romana” dönüşen “açgözlü obur” bir hayat hikayesi. Yazarın 1960 ile 1980 darbeleri arasında sıkışıp kalmış, silah sesleri, öldürülen “dev gençler” ve seçim tartışmalarıyla dolup taşan çocukluğu arkadaşlıklarına, aşklarına, gençliğinin kargaşalarına, yazar oluş macerasına uzanıyor.
Tüm bunlar olurken “baba” figürü romandan hiç eksik olmuyor. Attilâ Şenkon’un hayatına parlak bir ışık gibi yön veren babası, hikâyede Ziya Bey olarak çıkıyor karşımıza. Yazarı temsil eden karakterin adı ise Ziya’nın eş anlamlısı: Işık. Işık’ın rüya ile hayal arasında kalan hikâyelerini yazmasına yardımcı olan babası, kendisi gibi sanat, sevgi ve hayal dolu; yaşamayı bilen bir çocuk yetiştirmeyi başarıyor. Işık da babası ile oğlu arasında köprü kurarak “Yaşamak nedir?” sorusunun cevabını nesilden nesile aktarıyor. Yazar, yaptığı oyunlarla okuyucuya gerçek ile kurmaca arasında hangi noktada olduğunu sorgulatıyor.
Yazarın kitaptaki temsili olan Işık’ın hikâyesi 1960’larda başlıyor. 1960 Darbesi’nden hemen sonra doğan Işık, Sıhhiye’deki Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürü Ziya Bey ile ev kadını Nesrin Hanım’ın hayal dolu oğlu. Hayallerini biriktirebilmesi için ona bir kumbara hediye eden, fırsat buldukça hikâyelerini amatör kitaplara dönüştürmesine yardımcı olan Ziya Bey, oğlunun üniversiteden bir mimar olarak mezun olmasına rağmen yazar olmaya karar verişini sevinçle karşılar. Zaten kendisi de sanatı paranın önüne koyan, “paraya, [sadece] üstünde Atatürk’ün resmi var diye” saygı duyan biridir. Oğluna önemli olanın hayatı “gerçekten yaşamak” olduğunu her fırsatta öğütleyen Ziya Bey’i sevgi ve hayranlıkla dinleyen Işık, tıpkı onun gibi birine dönüşür. Müziğe, kitaplara aşkla bağlıdır. Öyle ki, babasıyla beraber hazırladığı “Gökkuşağına İki Bilet” adlı öyküsünü bir 5 Haziran gecesi gül ağaçlarının olduğu bahçede unutunca üzüntüden ne yapacağını şaşırır. Annesi ona 5 Haziran’ı 6 Haziran’a bağlayan gecenin Hıdrellez olduğunu, hikâye kitabını bulacak olan Hızır ve İlyas’ın ona gerçek bir kitap getirebileceğini söyleyene kadar da üzüntüsü geçmez. Ancak belki babasının “Önce kendi iç denizinin sakin sularında beklet yazdıklarını. Aceleci olma. Bırak iyice dinlenip demlensinler. Zamanı geldiğinde bir yolunu bulup nehre dönüşür, okyanusa akarlar nasıl olsa,” sözlerinden ilham almasının, belki de Hıdrellez gecesinde kitabını gül bahçesinde unutmasının sayesinde, Işık gerçek bir yazara dönüşür.
Işık’ın babasının istediği gibi birine dönüşmenin mutluluğuyla yaşadığı hayat, onu kaybettiği gün değişir. O gün, verdiği en önemli öğüdü de kaybeder; gerçekten yaşamayı unutur. Öyle ki, güçlü gözükmesi gerektiğini düşünerek babasının ölümünün üzerine bir damla bile gözyaşı dökmez. İçinde “her dokunuşunda yokluğunu daha çok duyumsadığı” boşlukla yaşamına devam eder; bu boşluk ancak ağlayıp yüreğindeki gökkuşağını oluşturduğu zaman sızlamayı bırakacaktır. Işık ağladığı gün “Yaşamak nedir?” sorusunun cevabını bulmanın ölümsüzlüğün çaresi olduğunu fark eder.
Yazar romanda “babalar ve oğulları” figürünü kullanırken bugünün okuruna yeni bakış açıları kazandırmayı amaçlıyor. 1960’larda doğan ve günümüze yön veren farklı profildeki insanların profillerinin nasıl oturduğunu okuyucuya gösterebilmek adına babalarının ve çocuklarının karakterleri özenle çiziliyor romanda. Örneğin Ecevit karşıtı, görgüsüz, apartman yöneticisi olduğunda parası pulu olmayan kapıcıyı hiç düşünmeden işten atabilen komşu Hüsnü Bey ile papatya Semiha Hanım’ın oğlu Orhan, arkadaşlarına patronluk taslamaktan, onları kırmaktan, bir köpeğin yanmasına sebep olmaktan çekinmeyen kaba bir çocuk. Hikâyenin sonunda Orhan’ın 2000’lerin sonradan görme zenginlerinden birine dönüştüğünü öğreniyoruz, dönüştüğü kişinin siyasi görüşünü tahmin etmek zor değil. Başkarakter Işık’ın “Her baba ektiğini biçer,” diyerek özetlediği bu durum, Kâmil Efendi’nin kızı ve Işık’ın yakın arkadaşı Sağkız söz konusu olduğunda değişiyor. Köyden gelen, “cahil” kapıcı Kâmil Efendi de tıpkı Hüsnü Bey gibi “dev genç”leri “memlekete oğrun oğrun kötülük yayan bir avuç zibidi” olarak görse de, kızı Sağkız, tüm arkadaşlarının aksine babasına hiç benzemiyor ve bir dev gence, Solkız’a dönüşüp davası yolunda işkenceler görüyor. Sağkız’ın böyle zıt bir karaktere dönüşüşünün sebebi romanda açıklanmasa da okur, yazarın sevgili arkadaşını aynı siyasi görüşte çizmek isteyişini hissedebiliyor.
Başkahramanı gibi, romanın dili de çocuksu ve sade. Diyaloglar yer yer günlük konuşmadan uzaklaşıp romanın doğallığını azaltsa da akıcılığı bozup okuyucuyu sıkımıyor. Attilâ Şenkon da tiratlara dönüşen bu diyalogların farkında, ancak yarattığı monologlara kıyamıyor ve karakterlere “Yazar gibi konuştun,” dedirterek durumun farkında olduğunu okuyucuya aktarmayı tercih ediyor. 1960’larda geçen siyasi karışıklıklarla dolu çocukluk dönemi, ilk aşkı ve gerçek aşkı buluş, yazar olmaya karar veriş gibi hayatın içinden olaylar 2000’lerin penceresinden bakarak verilince, yani geçmiş bugünün gözünden yorumlanarak anlatılınca hikâye okuyucu için daha da akıcı hale geliyor. Karakterleri çizme konusunda da çoğu noktada oldukça başarılı yazar, okuyucu karakterler hikâyeye dahil oldukları anda onlarla bağlantı kurabiliyor. Tüm karakterlerin bugünde ve herkesin hayatında bir karşılığı oluşu da elbette bunu kolaylaştıran bir etken.
Bir babanın kendinden geriye, kendi gibi bir baba bırakarak göçüp gidişinin hüzünlü hikâyesi, 60’ların Ankarasının yarattığı nostaljiyle birleşerek okur üzerinde güçlü bir etki yaratmayı başarıyor. Gençlik Parkı, plaklar, Nilüfer ve parti tartışmalarıyla kendini 1960-1980 arası dönemde buluyor okuyucu. Attilâ Şenkon tüm bunları yaparken darağacındaki üç fidanı anmayı da ihmal etmiyor. Roman bittiğinde içinizde buruk bir his, kulağınızda Zeki Müren, burnunuzda Brüt parfüm kokusuyla kalakalıyorsunuz. (HB/ÇT)