Osmanlı'daki yeniçeri isyanlarını ve en son 28 Şubat Muhtırasıyla gündeme gelen "kalkışma"yı saymazsak 31 Mart'ta "Hareket ordusu"nun Payitaht'a yürümesinden sonra Cumhuriyet Dönemi dahil ordunun "iktidar"a en son yürüyüşünün üzerinden 24 yıl geçti.
31 Mart'ta İstanbul'a yürüyen o "ordu", sonradan padişahlığı ve hilafeti kaldırıp Cumhuriyet'in kuruluşunu sağlamıştı.
31 Mart Yürüyüşü'nün ön sıralarında olan; Cumhuriyet'in kuruluşunda ise "ordu"nun başında olan Mustafa Kemal dahil, "ordu" kökenli olup, "ordu" marifetiyle iktidar olan tüm "eski" askerler her zaman "ordunun siyasetten uzak tutulmasını" istemiş ve savunmuşlardır. Ama bu istek hemen hiç bir zaman yerine gelmemiş, ordu hep siyasetin içinde yer almıştır.
Yakın tarihimiz "ordu"nun, zaman zaman içinden çıktığı ve kaynağını aldığı "millet"i de ardına takarak 1960-61-62-73-80 yıllarında açıktan açığa "iktidar yürüyüşü" ile doludur.
Bu sürçete arada sırada da haberimizin olduğu ve olmadığı bir dolu başka "iktidar" yürüyüşü projeleri ve provalarının gerçekleştiği de bilinmektedir.
Bu toplumun insanları, bu yürüyüşlerin ve "iktidar"ların hem tanığı, hem de zaman zaman kimi çevreleriyle bu yürüyüşlerin "sanığı" ama hemen her zaman da bir "mağduru" olmuştur.
Bunların hepsinde de bu "yürüyüş"lere "demokrasi" adına yaygınlaşmış bir karşı duruş ne yazık ki söz konusu olamamıştır. O kadar ki son yürüyüşün "önderi olan Marmaris Mukimi" kendilerini destekleyenlerin yazıp çizdiklerini yaptıklarını olumlamak adına kanıt olarak göstermektedir.
* * *
Dünya üzerindeki hemen hemen her toplumda "Ordu bir toplumun en zinde ve en kuvvetli gücü" olarak daima iktidardadır. Bunun biçimini aslında o ülkedeki "demokrasi"nin biçimi belirlemektedir.
Pek azında bu ilişkide "ordu iktidarın emrinde"dir. Önemli bir bölümünde ordular iktidarın ya doğrudan kendisidir ya da en azından ortağı durumundadır. Çoğunda ise "iktidar"lar resmi asker giysileri ve apoletleri olmayan "askerlerin" elindedir.
Bu sonuncu grupta "yönetimde olanlar" ya askerlerin ya da askeri güce egemen olanların, örneğin silah sanayiinin devlerinin güdümündedir. "Demokrasi"si en gelişmiş olanlarda bile bugün durum böyledir.
Örneğin "Demokrasinin beşiği" sayılan ABD'ye ve yaptıklarına bir bakın: Irak savaşı sizce kimin kararıdır? ABD'nin önde gelen yöneticileri örneğin Bush sizce ne kadar "sivil"dir?
Ya da en eski demokratik geleneklerin egemen olduğu kıta Avrupa'sına bakın:
İngiltere, Fransa, hatta 2. dünya savaşından sonra ordusu sınırlanan Almanya yönetimleri, onların bir araya gelmesiyle oluşan AB sizce ne kadar sivildir?
Son yaşanan Osetya olaylarıyla Rusya, eskiden farklı olarak bugün artık insan emeğinin sömürü çarkının yürürlükte olduğu Çin ne kadar sivildir?
"Filipin usulü demokrasi" diye bir kavramı politik literatüre sokan geri kalmış ülkelerde de ve nihayet Güney Amerika ve Afrika'nın pek çok ülkesinde de böyle değil midir?
Demokrasinin askeri boyutu, asker ve ordunun demokrasinin içindeki yerini bu modelin geçerli olduğu her ülkede bir kere daha irdeleyelim; bundan farklı bir sonuç çıkarabilir miyiz sizce?
Neden böyledir?
Çünkü demokrasinin dayanağı ilan edilen "demos"un yani "halk"ın kendisine ait bir topu tüfeği yoktur. İnsanlar "topun, tüfeğin üzerine yalınayak, yalın yumruk yürümeyecek kadar da akla sahiptir.
Ve ne yazık ki kapitalist ekonominin "en büyük" döngüsü, silah, ordu ve savaş üzerinden sağlanmaktadır.
Eğer bu dünya üzerinde kapitalizm kendisini varetmeyi sürdürebiliyorsa bu döngüyü sağlayan "askeri" endüstri hem motor, hem de o motorun sonucunda oluşan sömürünün, toplumlar ve onu oluşturan "halklar" nezdinde kabulünü sağlayan -dayatan- bir "koruyucu" zırhtır.
Bu ortam ve koşullarda "darbe ve darbeciler"den hesap sormak zaten "eşyanın tabiatına aykırı" ve "hayali" bir istek ve girişimdir.
Ama toplumların evrimi ve/veya devrimi hep böyle bir "hayal"den yola çıkarak gerçekleşmektedir.
* * *
Bu genel çerçeve dışında ülkemize ve kendi geçmişimize ilişkin de bazı "öznel"likler ve "özel"likler bu "darbelere ve darbecilere karşı olma ve hesap sorma" girişimini bence olanaksızlaştırmaktadır.
Bunlardan birisi bu ülkenin ordusunun oluşum biçimi ve yasal olarak dayandığı, "yasa" bile olmayan bir "iç hizmet talimatı"dır. Bu iç hizmet talimatı bu ordunun her bireyine "yurdunu, milletini, düzenini koruma ve kollama" görevi vermektedir. Bu görev sanıldığı gibi dışardan gelecek "tehdit ve tehlikelere karşı değil, aynı zamanda içerden gelen "tehdit ve tehlikelere" karşı verilmiştir.
Düzeni bozan karşısında, polisi, adliyeyi değil, "ordu"yu bulur.
Ülkenin coğrafi olarak yarısının cumhuriyetin neredeyse yarı süresinde "ordu" yönetimi ve denetiminde olması bunun kanıtı değil midir?
O talimat orada durdukça, sıkı mı birileri bu düzeni başka bir biçime çevirmeye cesaret etsin!.
* * *
Bu konunun somut boyutudur.
Bir de işin "soyut" bir boyutu vardır: O da "halk"ın tutumudur.
Bu ülkede de benzeri bir çok ülkede olduğu gibi "ordu" kaynak ve kuvvet olarak kim ne derse desin "ortalama halk"a dayanmaktadır.
Bu ülkenin ortalama halkının kafası ne yazık ki "sallandıracaksın bir kaç kişiyi, bak bakalım..." şeklinde çalışmaktadır. Ortalama halkın çocukları bu ordunun içine bir ucundan girip diğer ucundan "yurduna, milletine ve kendi hiyerarşik düzenine bağlı ve onu korumayı en üst görev bilen" subaylar ve komutanlar olarak çıkmaktadırlar.
Bu güne kadar darbe yapan, ya da bir darbeye yeltenen tüm komutanların en azından yola çıktıkları anda bu düşüncelere sahip olduğunu "tarih" yazıyor.
Belirli biçimlerde "güdülenmiş", "yönlendirilmiş" ya da "önü açılmış ve/veya kapatılmış" olsa da hemen her zaman yukarıda anlattığım genel yaklaşıma uygun olarak, hepsi böylesi bir duyarlık ve duyguların ağır bastığı bir düşünce yapısıyla yola çıkmışlardır.
"Asker milletiz" sözünün toplumda yerleşmesinin nedeni de sanırım artık bir "içgüdü" haline gelen böyle bir davranıştır.
Bu içgüdüyle yola çıkanlar hemen her zaman "toplumu ve düzeni, onu oluşturanlara rağmen koruma ve kollama görevini" yerine getirmeye çalışmaktadırlar.
Başka bir deyişle bu "iç hizmet talimatı", yazılı olanın dışında aslında bu "asker millet"in kafasının içindedir.
Dolayısıyla yeni bir eğitim modeliyle yeni bir alışkanlık, tutum ve bir anlamda gelenek yaratılana kadar, yazılı belgeler içinden bu talimat çıkarılsa bile kafaların içinden çıkarılamayacağı için "darbeci" düşünce bu toplumda hep mevcut olacağı, bu nedenle de hiç bir zaman "darbecilerden hesap sorulamayacağı" açıktır.
* * *
İkinci bir unsur da en liberalinden en uç solcusunun kafasındaki farklı bir "ülkeyi ve toplumu koruma ve kollama" düşüncesidir.
Bu ülkenin azıcık kafası çalışanlarının bile kafayı çekince "n'olacak bu memleketin hâli" demesinin nedeni de aslında bu "içgüdü" haline gelmiş, "müdahaleci ve toptancı" yaklaşımdır.
Bu ülkede 60'ı saymazsak "sol-demokrat" kesimlerin de birkaç darbe teşebbüsü olmuştur. Bugün yine azımsanmayacak bir kesim, "ordunun iyi, demokrat, akıllı, kısmen solcu kesimlerinin" gerçekleştirecekleri bir darbeyle daha "bağımsız", daha "demokrat", daha "ulusal" bir toplumsal yapıya ulaşılabileceğini düşünmekte, dahası zaman zaman "açık çağrılar" yapmaktadırlar.
Bunlar bu görüşe karşı çıkanları da "ikinci cumhuriyetçi olmak" başta olmak üzere bir bölümü "kara çalma" ya da "çamur atma" anlamına gelen çeşitli nitelemelerle yaftalamaktadırlar.
Bu kesim "solcu ve demokrat"ların solculuğu ve demokratlığını tartışmadan, "darbecilerden hesap sorulması"nın bu ülkede mümkün olmadığını düşünüyorum.
* * *
İster "jakoben"lik deyin, ister "darbe" yerine kulağa daha güzel gelen "ihtilal" sözcüğünü kullanın, iste başka duygu yoğun "hoş" nitelemelerde bulunun, darbeciler bitmeden "darbe"lerin bitmesi, ya da eski darbecilerden hesap sorulması mümkün değildir.
O nedenle yarın Ankara'da 12 Eylül'ü protesto edeceklerin, bu akşam yatmadan önce şu soruya yanıt vermelerini, sonra da sabah uyanınca "Ankara Radyosu"nun önüne "12 Eylül'ü protesto etmeye" gitmeleri gerektiğini düşünüyorum:
"Ben; ordu içindeki bir sol grup bile olsa darbe -ya da ihtilal- yapacak birileri aracılığıyla ordunun demokrasiye müdahale etmesini ister miyim?"
Bu soruya önemli bir oranda insanın "hayır istemem" diyebileceğini sanmıyorum.
En samimisi "Hayır" demeden önce en azında "yahu ordunun içinde böyle bir grup mu var?" diyecektir.
İşte böyle olunca da "darbeler" ya da "ihtilaller" bu ülkede demokrasinin içinde bir unsur sayılıyor. Öyle darbeler ve ihtilallerle yapılmış, yasalar, anayasalar kabul ediliyor, öyle darbeleri yapanlar, kahraman, önder, en azından eski yönetici kabul ediliyor.
* * *
Bu ülkede saydığım genel ve özel nedenlerle "darbe"cilik, ve "ihtilal"cilik bir pek de itiraz edilen bir durum değildir.
Çünkü darbecilik "toplum - ya da benim- için iyi olan" ve "olmayan" diye ikiye ayrıldığında, o zaman "bizden yana olan" darbeler savunulmuş oluyor.
Ama bununla birlikte bizden olmayanlara da kendileri için "iyi olan darbeleri" savunma olanağını yaratmış oluyoruz. Tıpkı son günlerde yayınlanan bazı kitaplar nedeniyle tartışılan kimi "ihtilal girişimleri" gibi.
Oysa bir toplumun genel gidişine, kendi iç dinamiklerinin dışında herhangi bir şekilde müdahale etmek olanaksızdır. Son günlerde sevdiğim bir sözcükle yazımı noktalamak istiyorum:
"İnsan hakları, -ve insanlar için iyi olan her şey- bir savaş uçağıyla, tıpkı bir bomba atar gibi, yukarıdan halkın, toplumun üzerine atılamaz. Atılsa da ortaya çıkan şey 'insan hakları' varolmaz. O atılanlar en başta kafasına düştüklerini ortadan kaldırırlar".
Tıpkı bizde ve başka örneklerde defalarca olduğu gibi.
Onun için her türden darbeye içtenlikle ve hep birlikte "Hayır" diyebilmek çok önemlidir.
Bunu dediğimizde de zaten darbeler ve darbecilerle olan hesabımızı kapatmış oluruz.
Geri kalanı bir teneke zift ve biraz tavuk tüyü, ya da bir ipe dizilmiş bir kaç teneke kutudur.(MS/BB)