Darbenin yapıldığı yıl olan 1980’de lise birinci sınıf öğrencisiydim. Yani üzerinden tanklar geçirilen gençlik aslında bendim. “12 Eylül sonrası gençlik” dediğimiz tipolojinin yaratılması için birçok yöntem uygulandı; uyuşturulmuş, yozlaşmış, köşe dönücü, bireyci, kapitalizme biat eden, onu ebedi gören, özelleştirmeci; yani 12 Eylül öncesi gençliğin tam karşıtı bir gençlikti yaratılmak istenen.
Dedim ya o tarihte liseye yeni yazılmıştım. 80 öncesi devrimci mücadelenin önemli yerlerinden biri olan Haydarpaşa Lisesi’ndeydim. Asker okulda karargâh kurmuştu ve biz silahların gölgesinde eğitim alıyorduk. Tüm koridorlarda silahlı askerler bekliyor, zaman zaman sınıflara baskınlar yapıyor, öğrencileri yaka paça gözaltına alıyorlardı.
Bir keresinde bir bildiri dağıtımı olayı nedeniyle bütün bir okul gözaltında tutulmuş, ders saati bitmesine rağmen hiçbir öğrencinin okuldan çıkmasına izin verilmemiş ve ancak gecenin karanlığında evlerimize yollanmıştık.
Birinci yıldan sonra asker okuldan çekilmişti fakat psikolojik baskısı üzerimize sinmişti. Sanırım bunun etkisiyle silik bir genç olmayı sanki gizli gizli tercih etmiştim. Fazla düşünmek istemiyordum. Hatta ağabeylerim politik oldukları için aileye acılar yaşattıklarını düşünüp onları suçlar olmuştum. En iyisi sessiz olmak düzenin istediği gibi yaşamaktı. Yani tam da 12 Eylül paşalarının istedikleri gibi olmuştum; düşünmeyen, üretmeyen, sorgulamayan bir gençlik olmuştuk.
Geriye kalan bütün lise yıllarım boyunca, sürgün edilmemiş tek tük öğretmenlerimizin bizden önceki öğrencilerini büyük bir saygı ve özlemle, hatta gözleri yaşararak bizlere anlattıklarını hatırlarım.
Üniversite yıllarım...
Ülke zapturapt altına alınmış, her şey yasak... Yıl 1983–84. Ben İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi felsefe bölümünde okumaya başlamışım. Okulda sürekli kimlik kontrolleri yapılıyor, üç kişinin birarada durması suç sayılıyor. Fakülte koridorlarında biraraya gelip sohbet etmeye korkuyoruz.Daha sonraki yıllarda felsefe koridorunun arka kısmını fiili olarak, sohbetler ettiğimiz, felsefi tartışmalar yürüttüğümüz bir mekân haline getiriyoruz. Yavaş yavaş zihinlerimizdeki hapishanenin çözüldüğünü hissediyoruz.
Yavaş yavaş değişiyorum; sosyal, siyasal tartışmalar yapma ihtiyacı duyuyorum; Ruhi Su, Zülfü Livaneli dinlemek, şarkıları öğrenip arkadaşlarımla birlikte söylemek istiyorum. Derken arkadaş çevrem yavaş yavaş değişiyor. Apolitik insanlardan uzaklaşıyorum. Onların istediği kişi olmaktan çıkıyor, kendim olmaya çalışıyorum. Benim durumumda olan çokça öğrenci olduğunu görüyorum. Karanlıktan çıkmak için bir hareket bekleyen onlarca insanla karşılaşıyorum.
1985’ten itibaren bütün üniversitelerde bir kıpırdanma başlıyor. Büyükada’ya bir gezi düzenleniyor. İstanbul’daki bütün üniversitelerden öğrencilerin katıldığı büyük bir piknik oluyor bu. 80 sonrası ilk buluşma, ilk biraraya geliş, şarkılar türküler söyleniyor, büyük bir halay kuruluyor.
Ve üniversite öğrencileri karanlığa karşı yeniden örgütlenmeye başlıyor. Öğrenci derneklerinin kurulması için toplantılar yapılıyor. Tabii toplantılar basılıyor, gözaltılar yaşanıyor ama yılmaya niyetimiz yok.
Toplantılar için yer bulmak sorun, tüm toplum korkuyla sindirilmiş ama yolu yok, gençlik tarihsel rolünü sırtlanacak… Öyle de oluyor, toplantılar Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) binalarında yapılıyor.
Giderek daha fazla öğrenci, dernekleşme faaliyetine katılıyor. Bütün bu süreçlerde bilinçli ve umutlu yer alıyorum. Mutluyum ama ailem sürekli beni uzak tumak istiyor, başıma birşey geleceğinden korkuyorlar. Evde de bunun mücadelesini veriyorum. Ağabeylerim siyasal mücadele içinde yer alabilir ama ben bir kadın olarak, bu mücadeleden uzak tutulmalıyım. Aile tüm gücüyle baskısını kurmaya çalışsa da ben arkadaşlarımın yanındayım.
Dernekleşme faaliyetlerinin tüm üniversitelerde yayılmasıyla birlikte hükümet bir oyun oynuyor ve "Tek Tip Öğrenci Derneği Yasa Önerisi"ni meclise getiriyor. Yasaya göre resmi olarak her üniversitenin bir öğrenci derneği olacak ve her öğrenci okula kayıt olurken derneğe de kayıt edilecek. Tabi ki bizler bu oyuna gelmiyoruz ve tek tip dernekleşmeye karşı mücadele kararı alıyoruz. İlk eylemimiz 14 Nisan Yürüyüşü.
İlk büyük eylem 14 Nisan Yürüyüşü
Yürüyüşün çalışmasını çok gizli olarak yürütüyoruz. Bu arada yıl olmuş 1987.
Toplumun diğer kesimlerinde yaprak kımıldamıyor. Ve 12 eylül sonrası ilk büyük eylem Beyazıt meydanında çınlıyor. Öğrenciler sokakta.
Biz 300- 500 kişi beklerken, 2 bini aşkın öğrenci toplanıyor Laleli’de.Düzenli sıralar oluşturuluyor, yürüyüşe başlanıyor. Büyük bir heyecan, büyük bir gurur tüm kitlede hissediliyor. Polis yok ortalıklarda. Çalışma öyle gizli yürütülmüş ki polis istihbaratını şaşırtmışız, onlar bizi Sultanahmet’te bekliyor, orası kuşatma altına alınmış.
Laleli’den Beyazıt’a doğru yürüyoruz, sloganlarla marşlarla… Amacımız, Beyazıt meydanında yürüyüşümüzü tamamlamak. Fakat edebiyat fakültesinin önündeki otobüs durağına vardığımızda, polisin müdahalesiyle karşılaşıyoruz, direnmeye çalışıyoruz, oturma eylemi yapıyoruz. Neticede yürüyüşümüz polis zoruyla dağıtılıyor, yüzlerce kişi gözaltına alınıyor, çokça yaralı var...
Ertesi gün Hürriyet gazetesi tam sayfa resimlerle manşet atıyor: "TIPKI 'O GÜNLER' GİBİ"
Bizler ülkeyi o karanlık günlere sürükleyenler olarak teşhir ediliyoruz, lanetleniyoruz. Diğer gazetelerde de aynı manzara. Medyanın darbe destekçiliği son hızıyla devam ediyor. Yıl 1987, yani demokrasiye çoktan geçmişiz!
Fakat baskılar, karalamalar bizleri yıldırmıyor. Arkadaşlarımızın serbest bırakılması için Beyazıt Meydanı’nda üç günlük açlık grevi yapıyoruz. 30–40 kişiyle başlayan açlık grevimiz yeni katılımlarla sürekli büyüyor.
Açlık grevine katılıyorum. Annem beni evlatlıktan reddedeceğini söylüyor. Babam grev yerine gelip beni eve götürmek istiyor fakat arkadaşlarım babamı ikna ediyorlar ve babam grevimizi desteklediğini söyleyerek oradan ayrılıyor. Ama başka genç kadınlar benim kadar şanslı değil. Bir baba grevdeki kızını zorla sürükleye sürükleye götürüyor.
Yüzlerce kişi geceli gündüzlü şarkılar türküler söylüyoruz, halaylara tutuşuyoruz. Yurdun dört bir yanındaki üniversite öğrencilerinden destek mesajları yağıyor, maddi manevi katkılarla büyüyoruz. İstanbul’un orta yerinde 12 Eylül'ün karanlığını yırtacak bir başkaldırı büyüyor. Demokrasiden yana tüm toplum kesimleri akın akın desteğe geliyor. Çok mutluyuz.
Polis helikopterleri sürekli üstümüzde taciz uçuşları yapıyor. Etrafı toza dumana boğuyorlar. O da yetmiyor köftecileri burnumuzun dibine sokuyorlar. Biz oralı dahi olmuyoruz. Hatta sözcümüz o kadar ince ki onlara elindeki çiçekleri atıyor.
Sonuçta eylemimiz etkili oldu ve yasa önerisi meclisten geri çekildi. Biz kazanmıştık. Yalnızca kendimiz için değil, tüm toplum için. Topluma giydirilmek istenen deli gömleği yırtılmıştı ve gerisi gelecekti. 89 bahar eylemleri gibi...
Benim üzerimde başarılı olamamıştı 12 Eylül ve nice genç üzerinde de… Şimdi öğretmenlik yapıyorum ve mücadelemi Eğitim-Sen’de yürütüyorum. 12 Eylül sonrası gençlik olduğum için kendimi şanssız hissediyorum ama bu mücadelenin bir aktivisti olduğum için de mutluyum.(NÇ/SÇ/EÜ)