Bundan tam bir yıl önce 15 Temmuz akşamında başlayan darbe girişimi başarıya ulaşsaydı acaba Türkiye 16 Temmuz 2016 sabahı nasıl bir siyasi atmosfere sahip olurdu? Aslında soruyu dünkü darbelere bakarak kolayca yanıtlayabiliriz:
Muhtemelen ilk tepki geçmişte olduğu gibi “Gülme sırası bizde” diyen patronlardan gelir ve darbenin muktedirlerine selam durulurdu. Kuşkusuz darbeciler de patronların bu jestine grevleri yasaklayarak yanıt verirlerdi. Ardından dün yaşanan darbelerde olduğu gibi gün doğar doğmaz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere özgürlükleri koruma altına alan tüm hukuk müktesabatı askıya alınırdı.
Öte yandan kanatimce 15 Temmuz 2016 darbesinin Meclis ile ilişkisi, hem ikibinli yıllarda olmamız hem de Meclis’i bombalamak gibi kapkara bir utancın gölgesi üzerlerinde olduğu için 12 Eylül’den ziyade 28 Şubat postmodern darbesine daha çok benzerdi: etkisizleştirilen ve noter makamına dönüştürülen bir Meclis darbeciler için kapatmaktan daha işlevsel olurdu. Ancak Meclis kapatılmasa da muhtemelen pek çok vekile hapis yolu görünürdü. Vekillerin içeri düştüğü bir ortamda yurttaşa düşen ise sabahın kör ışıklarında ya da gecenin zifiri karanlıklarında uzayan gözaltılar olurdu elbette.
Olumsuz bu koşullara rağmen görevini yapmaya çalışan dördüncü kuvvetin temsilcilerine ise tahammül edilmezdi. Az sayıdaki gazeteci muktedire sığınmayı seçerken, pek çoğu suskunluğa, mesleğin yüzakları ise güneşe ve gökyüzüne hasret volta atmaya mahkûm olurdu. Benzer biçimde darbecilerden farklı düşünüp de halen gözaltına alınmayan kişi kalmış ise bu insanların da üzerine acımasızca gidilir ve toplum genelinde adalet duygusu yer ile yeksan edilirdi.
Neyse ki 15 Temmuz darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı da tüm bunlar olmadı. Ama ya darbe girişimi başarıya ulaşsaydı, hazır mıydık böylesi kasvetli bir ortamda yaşamımızı sürdürmeye?
Sizi bilmiyorum ama ben bir süredir böyle bir ortamda hem ayakta kalmayı hem de onurumu korumayı nasıl devam ettiririm diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Eh ne de olsa insan kimi zaman gereksiz düşüncelere de takılıp kalıyor ve akıl böylesi durumlar için yollar buluyor:
Eğer darbe girişimi başarılı olsaydı ilk olarak galiba dostlarımı arardım -uzun zamandır ara(ya)madıklarımı da. Hem de havadan sudan konuşmak için. Öylesine yani… Sadece sıcak bir merhaba demek için. Nice zamandır görüş(e)mesek de birbirimizi unutmadığımızı göstermek için.
Ardından arkadaş grupları kurardım. Hem de binbir farklı konuda. Kimisi sanal kimisi gerçek alemde. Kelebeklerin yaşamının ne kadar süreceğinden bu dünyada yaşamanın anlamının ne olduğuna dair her konuda muhabet ederdim. Çünkü bilirdim ki her muhabbet tanışmaktır, bildiklerimi başka bir bilme ile yeniden öğrenmektir, zenginleşmektir, çoğalmaktır.
Dahası başına olmadık işler gelen arkadaş ve dostlarıma özel olarak ulaşırdım. Siyasetin insansız ve insafsız ikliminden uzakta sadece insan olmanın sıcaklığıyla dokunurdum onlara. Muhtemelen onların pek çoğuyla hayata, siyasete ve aşka dair çok farklı ve uyuşmayacak taraflarım olacaktı. Ama bu durum insanın insana bir selamını engellememelidir kanaatimce.
Ama zulmeden, darbecilere sığınıp ötekine acı çektiren, geçmişin intikamını alan, son anda kazanan tarafa geçip geçmişini temize çekmeye çalışan, yüreğinde kin ve nefret büyüten arkadaş ve dostlarıma sırtımı dönerdim: insanlığımdan utanmamak adına.
Sonra önce arka dar sokaklarda, sonra geniş yollarda, sonra bulvarlarda yürürdüm. Hem de denize doğru. Bazen tek başıma, bazen birkaç kişi. Bir başına yürümenin hatalarımı görmeye, birkaç arkadaş ve dostla yürümenin ise ömre bedel olduğunu bilerek yürürdüm. Geçmişe değil geleceğe bakarak yürürdüm. Dünün sözcüklerini ve yollarını bırakıp yeni yollar arayarak yürürdüm. Yürürdüm.
Hekimliğe iflah olmaz aşkımdan dolayı işimi çok daha iyi yapmaya gayret ederdim. Derdine derman olmaya çalıştığım her hastayla darbecilerin hayattan eksik etmeye çalıştığı iyiliği ve dayanışmayı inşa ettiğimizi, birisinin acısını azaltırken hissettiklerimizin ne kadar uzak düşersek düşelim her ikimize de insan olduğumuzu yeniden hatırlatttığını düşünürek mesleğimi çok daha iyi yapmaya gayret ederdim.
Mutlaka aşık olurdum -eğer değilsem. İnanmayın “küçük burjuva alışkanlığı“ diyen bizim mahallenin tüfeklerine. Evet belki aşık olduklarını göstermemeye çalışırlar ama bilin ki onlar da sırılsıklam aşıklar. Ve zaten bu aşkları nedeniyle “yeryüzünü aşkınyüzü” yapmak isterler.
Şiirden, öyküden, sanattan hiç kopmazdım. Ece Ayhan’ın dizelerini öğreti belleyip devlet dersinde öldürülen çocuklara “-Maveraünnehir nereye dökülür?” diye asla sormazdım. Faşizmin bir “söyleme mecburiyeti” olduğunu bilip söylemezdim. Lal olur, taş kesilir, un ufak olur ama yine de söylemezdim. Yaşatılan cehenneme tek bir odun taşımazdım.
Yeri geldiğinde, gönlüm çektiğinde, rüzgâr estiğinde, güneş çıktığında, bir duble rakı başımı döndürdüğünde buluşurdum kötülüğe karşı duranlarla. Kafede ya da bir sinema solununda, gazete satan bayinin önünde ya da bir minibüs yolculuğunda, uzun metrobüs kuyruklarında, Kadıköy – Beşiktaş vapurunda martılara şarkılarıyla eşlik eden o kadının önünde, ansızın gelen bir telefonda, bir whatsapp mesajında buluşurdum kötülüğe karşı duranlarla. Soylarına soplarına bakmadan, ne giydiklerini dert etmeden, inançlarını sorgulamadan sadece insan olarak buluşurdum o büyük kötülüğün karşısında.
Bir de kolay kolay hüzüne düşürmezdim yolumu. Tarihin büyük koşusunda insan ömrünün küçük metrelere karşılık geldiğini görür, Sultan Süleyman’a kalmayan bu dünyanın hiçbir muktedire kalmayacağını bilir, gelecekteki o güzel günleri var edecek yolun zorlu kulvarını yürümekten mutlu olarak ve özlediğim özgür günlerin bugünkü mütavazi adımlarımda saklı olduğunu fark ederek büyük kötülüğün umudumu çalmasına izin vermezdim.
Karanlığa inat umutla gülümserdim geleceğe, geleceğime... (OE/NV)