Birkaç hafta önce Kadıköy, Caferağa’daki İşgal Evi’nin boşaltılmasını protesto etmek için dans sanatçısı Gonca Gümüşayak, o güne özel olduğu besbelli olan kırmızı elbisesiyle dans etmişti. Tam tamına “yüksek kültürle” hemhal olmuş halklar olmadığımız için çarnaçar, benzer yaratıcılıktaki sanatsal eylemlerde, genellikle eylemi yapan kişiye, kişilere değil de eylemi seyretmesi lazım gelen kişileri seyretmeye başlıyor insan. Bir aydınlanma anına tesadüf etmek için değil elbette. Bağdaştırılamayan ve hedefine hiç uğramayan eylemin, kolluk güçlerinin yüzlerindeki müstehzi gülümsemesine ve bir zaman sonra o gülüşün de yerini fazlaca müsterih boş bakışlara bırakmasını izlemek için.
Aynı mimikleri, İstanbul’un herhangi köy uzantısı olan semtinde oturan bir ailenin salonunda da görebiliriz. Çatışma çıkacağı yerde, dans eden bir kadın, Gazi’de oturan, memleket meselelerine evveliyatı olan “devrimci” bir aile için bile boş bakışlarla karşılanması büyük olasılık.
Özgürlük talepleri de bireyin yaşam koşullarına, ait olduğu geçmişe, hiç sorgulamaya ihtiyaç duymadığı alışkanlıklara, kültüre göre çeşitleniyor. Birisinin özgürlük gaspı olarak ilan ettiği şey, başka birinin hayatında o yaşına kadar hiç bilmediği bir şey de olabiliyor. Birine çok beter gelen bir tablo, başkasının saadeti de olabiliyor. Birinin olmazsa olmazı, tutkuyla sahiplendiği kimi “sıradan” munis istekler, diğerinin hiçbir şekilde bırakın çevresinde tüm sathı vatanda görmek istemediği “marjinal” istekler. Kentli ve dahası feminist olduğunu altını çizerek vurgulayan bir kadının sorun olarak gördüğü şeyler ise başka bir kadının o yaşına kadar üzerine hiç kafa yormadığı, fikri olmadığı ve zinhar “sorun” görmediği meseleler de olabiliyor.
Çoğu köyden kentte gelen kadın yaşadığı muhitten dışarıya adım atamıyor. Evleri nerede ise orada başlayan ve orada biten bir hayat. Adı İstanbul’da oturmak olsa da aslında adı Zeytinburnu’nda oturmak, Sultangazi’de oturmak, Güngören’de oturmak… Garip hiç değil. Oturduğu ilçeden komşu ilçeye dahi gitmeyen kadınlar biliyorum, biliyorsunuzdur. Yabancılık çekmiyorlar, hırpalanmıyorlar bu sayede. Esasen köydeki hayat devam ediyor. Yine bu kadınlar yığınla değişik manzaralar içerisindeki hayatları kıyısından köşesinden izliyorlar da. TV dizileri var, markete giderken karşılaşılan insanlar var falan filan.
Manzaralar demişken, hususi bu ülkeye ait bir şeymiş gibi gelir. Değişik manzaraların insanları olarak birbiri manzaralarımıza keşif için ya da anlamak için ya da anlamak bile değil nötr duygularla bakmayı bilmiyoruz. Hep dikkatimi çekmiştir. Manzaradan çıkartılacak mevzuları artık olmadığından dolayı turistler bizim kadar etrafla ilgili değillerdir. Biz illa seyrederiz. Farklılıklardan dolayı çıkartacağımız sonuçlar vardır kafamızda. Çünkü daha bakma aşamasındayız biz. Rahata ermemişiz. Yaftalayıcı radarlarımız her daim açık. Kimi özgürlük imkanları da muhafazakar kesime inat eden ve gıcık olan duygulardan ötürü, görgüsüzce savunulur.
Dans eden kadını fevkalade saçma bulanlar var. Doğum sonrasında, odasında patlayan terbiyesiz flaşların arasında simsiyah çarşaflı bir kadın var bir tarafta. İki ayrı manzara. İkisine de yorum yapmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Birinde kedinin uzanamadığı et misali, fazla fazla olduğu için sanata da sıçramış bir özgürlük alanı var. Kimisine göre şımarıklık olarak algılanması da bundan. Diğerinde ne hissettiğini bilmediğimiz bir kadın. Belki de saadet yuvasıdır o kare onun için ya da bilmiyoruz işte. Etten duvar olmuş, erkekler cephesi bir türlü yarılamadığı için, biz bize kalıp konuşamıyor da kadınlar.
Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’yla birlikte yığınla insanın odada olduğu, flaşların patladığı yeni yılın ilk çocuğuna ve annesine yapılan düşüncesizlik konumuz olamıyor ne yazık ki. Zaten erkekler dünyası için ezeli olan olağan bir arsızlık var o karede. Loğusa bir kadının odasında ceketli, takım elbiseli bir siyasetçinin, beş on insanın, muhabirin ne işi olabilir? Olabilir ama burası Türkiye.
Sosyal medya “Fotoğraftaki anneyi bulunuz” tweetinde öfke duyulacak bir şey var mı, bir şey yok mu diye tartışırken manzaralara karşı konumumuzu belirlediğimiz algılarımızın asıl mesele olduğu ortaya çıktı. Hassasız çünkü, her manzara bir şey anlatıyor. Her manzaranın arkasında muhakkak bizi ayrıştıracak ciddi sebepler var. Hal böyle olunca hepimiz belirli yaşlara geldiğimizde her manzaraya öyle alelade, kamuya açık şekilde yorum da yazıveremeyeceğimizi, sesli düşünemeyeceğimizi öğreniyoruz. Aksi takdirde kötü niyetli olmadığımız halde, şıp diye hücuma uğrayabileceğimizi biliyoruz çünkü.
Dolaylı olarak Tanıl Bora’nın bir hafta önce kadar Birikim’deki yazısında bahsettiği şeyler etrafında dönüyor bu yazı. Şöyle diyor bir yerde Bora:
“Hayat tarzının canı gönülden sahip çıkılan bir değer olması, onun ‘iyi, doğru, güzel’ üzerinde bir iddiayı içermesiyle mümkün olur. Nasıl bir hayat yaşıyorum, nasıl bir hayat istiyorum, nasıl bir hayat anlamlıdır… diye düşünmekle mümkün olur.” “İyi, doğru, güzel” üzerinde ortak karar kılmak nasıl mümkün olacak peki? Zor olacak, sanırım bir, birkaç kuşağın “mahalle baskısı” gücünün sönümlenmesi de gerekebilir.
“Şen bir yaşam ahlakı” demiş Bora. Bir ucundan Spinoza’nın yalın, sade neşesi kast edilen sanırım. Tezden akla gelen “geçelim dalgamızı, bakalım neşemize” değil. Yavaş yavaş, sakin sakin oluyor bu işler. (FG/HK)