Konu kapansın istemiyorum. Mademki cesur kadınlar elini taşın altına koydu, ifşalarıyla birilerinin uykusunu kaçırmayı başardı; o zaman biz de bu meseleyi doğru okuyacak, anlayacak, hakkını verecek kavramları öğrenmeliyiz. Toplum olarak kendimizle yüzleşmenin vaktidir. Çünkü kadınlar bir kıvılcım çaktı. Ve bu kıvılcım, her türlü zorbalıkla mücadele edecek uzun bir yolun başlangıcı olabilir.
Ama bu yolu yürürken “şu da şöyle dedi, bu da niye sustu, falanca neden tarafsız kalmaya çalıştı?” gibi cümlelerle konuyu bulandırmamalıyız. Yine de şu “eşit mesafe” söyleminin, esasen cesareti cezalandırmak anlamına geldiğini söylemeliyim. Bu tuzağa düşmeden ilerleyebilmeliyiz.
‘Kurban’dan ‘Hayatta Kalan’ anlatısına dönüşüm
Son zamanlarda sıkça düşündüğüm iki kavram var: Victim narrative (Kurban Anlatısı) ile survivor narrative (Hayatta Kalan Anlatısı) ve ikisi de önemli. Önemli de artık kurban anlatısından, hayatta kalan anlatısına geçmenin zamanıdır diye düşünüyorum. Çünkü kurban anlatısı, çoğu zaman adalet talebinin ve farkındalığın ilk adımı oluyor. Ancak orada durursak mağdur olanın yeniden özneleşme ihtimali zayıflıyor, kurban psikolojisinden kurtulmak zorlaşıyor, mağdur mağdur edildiği ile kalıyor.
Hayatta kalan anlatısı ise utancın yer değiştirmesini, direnişin güç bulmasını ve bireysel travmaların toplumsal dönüşüme evrilmesini mümkün kılıyor.
Kurban anlatısı, 1980’lerde travma kuramıyla birlikte önem kazandı. Holokost tanıklıklarından tutun da cinsel şiddet, soykırım, göç gibi olaylara kadar birçok acıyı temsil etmenin yolları tartışıldı. Feminist kuram da bu alana çok şey kattı.
1990’larla birlikte yeni bir soru sorulmaya başlandı: “Kurban konumunda kalmak ne kadar temsil edici, ne kadar dönüştürücü?” Bu sorunun peşinden gelen feminist düşünürler -Judith Herman, bell hooks, Sara Ahmed gibi isimler- MeToo gibi hareketler, kurbanın sessizliğinden sıyrılıp hayatta kalanın direncine odaklandı.
Çünkü artık mesele yalnızca acıyı anlatmak değil, her şeye rağmen ayakta kalabilmekti. İşte “survivor narrative” böyle ortaya çıktı. MeToo sonrası pek çok olay survivor story, survivor voice yani kurtulanların hikayesi, hayatta kalanların sesi gibi başlıklar altında paylaşılmaya başlandı.
Offred’in trajik hikayesi üzerinden mağdurla yüzleşmek
Tam bu ikisinin ortasında bir yerde, 1985 yılında bir roman yayımlandı: Damızlık Kızın Öyküsü. Bu iki kavramı nasıl daha kolay anlarız, nasıl daha net anlatırız derken imdadıma da bu kitap yetişti. Defalarca farklı yönlerden incelediğim Damızlık Kızın Öyküsü’nü bir de “kurban” ve “hayatta kalan” anlatısı olarak okumak düşüncelerimi netleştirdi.
Doğan Kitap’tan Sevinç Altınçekiç ve Özcan Kabakçıoğlu çevirisiyle okuduğum bu romanda Margaret Atwood, distopik bir geleceği anlatıyor. Gilead Cumhuriyeti’nde doğurganlık krizleri bahanesiyle kadınların tüm hakları ellerinden alınıyor. Doğurgan kadınlar, “Damızlık Kız” olarak komutanlara tahsis ediliyor. Romanın anlatıcısı Offred, bir Komutan’ın evinde görevli. Adı bile yok. Offred; Fred’inki anlamına geliyor. Fred, Komutan.
Offred, kocasından, çocuğundan, adından koparılmış biri. Ama anlatısı sadece bir esaret hikâyesi değil. Aynı zamanda bir dönüşüm hikâyesi.
Başlangıçta, Offred’in dili sessiz, korkak, içine kapanık. Olan biteni anlatıyor ama daha çok kendi kendine konuşarak, kendi iç sesini duymamak için yapılmış bir eylem gibi. Çünkü o sistemin içinde edilgen bir nesneye dönüştürülmüş, bunu kabullenmeye çalışıyor.
Öyle ki; doğurganlık ayininde, Komutan’ın karısı Serena Joy’la birlikte el ele tutuşarak, kelimenin tam anlamıyla “rahmi devletin malı” ilan ediliyor. Bu sahnede bedeniyle, diliyle gasp edilmiş bir kadın var karşımızda.
İşte bu noktada victim narrative hâkim. Kurban anlatıyor hikayeyi; neler çektiğini bilelim diye, beklentisi belki de sadece biraz merhamet.
Ama sonra bir şey oluyor: Offred hafızasına tutunmaya başlıyor. Kızıyla parkta oynadığı günler, annesinin protestoları, Luke’la geçirdiği anlar… Zihninde bu anıları yeniden kurarak direniş başlatıyor. Kendi kendine “fısıldadığı” cümlelerle bir özne inşa etmeye başlıyor.
Artık içsel monologlarıyla geçmişini anlatıyor. Bu anlatılar, sadece geçmişe değil, bugüne de direnç taşıyor. Offred’in hayatında çatlaklar oluşuyor. Ve o çatlaklardan, hayatta kalan bir kadının hikâyesi sızmaya başlıyor.
Roman ilerledikçe Offred’in iç sesi güçleniyor. Korkunun yanında ironi, gözlem, ince bir eleştiri beliriyor. Komutan’la scrabble oynaması, kitaplara dokunması, Nik’le kurduğu gizli ilişki, Mayday örgütüyle bağ kurması… Bunların hepsi sistemin dışına açılmış küçük pencereler.
Offred’in okura ifşaladığı isimler hâlâ aramızda yaşıyor
Offred artık öylesine konuşmuyor; bir gün birinin onu duyacağına, anlayacağına inanarak anlatıyor, kayıt altına alıyor yaşananları. Yani geçmişe değil, geleceğe sesleniyor.
Ve böylece, anlatı bir kurbanın hikâyesi olmaktan çıkıyor; bir tanığın, bir direnişçinin sesine dönüşüyor.
Roman boyunca tanıştığımız Komutanlar, Teyzeler, Serena Joylar, Martalar sadece Gilead’in değil, bugün yaşadığımız dünyanın da tanıdık yüzleri.
Komutanlar denilince aklınıza sadece yönetici sınıf ya da askerler gelmesin; resmi ya da gayri resmî düzeni temsil eden, dışarıdan bakıldığında “saygın” ya da “karizmatik” görünen ama işleyişte kontrolcü, sömürücü, ahlakı kendine göre araçsallaştıran, ikiyüzlü her erkeğin temsilcisi Komutan olabilir.
Atwood’un ‘Teyze’lerle zaten kan bağımız olan teyzeleri kastetmediği ortada. Sistemin işbirlikçisi olan, diğer kadınları sisteme “uygun hale getirmek” için gözetmenlik yapanlar… Kadın bedenini, arzularını ve itaatini “terbiye” edenler… “Ama o da öyle giyinmeseydi”, “su testisi su yolunda kırılır” gibi cümleler kuranlar… Romandaki teyzelerin farklı bir tezahürü değil mi?
Martalar ise hem emeği görünmez kadınlar hem de sisteme bilinçli bir sadakati olmamasına karşın itaati içselleştirmiş herkes.
Ya Serena Joylar? Sistemin hem mağduru hem de koruyucuları. Erkek egemen düzenin içinde “güçlü kadın” pozisyonu edinmiş, bu gücü başka kadınları bastırmak için kullanan, kendi bastırılmış öfkesini başka kadınlara yönelten, başka kadınların yükselmesini engelleyen kadın yöneticiler, akademisyenler, kanaat önderleri, eril dili benimseyen ve erkek söylemini yeniden üreten kadın yorumcular, yazarlar… Serena Joy’lar, her yerdeler.
Ve tüm bunların arasında Offred(ler) yaşamaya, var olmaya çalışıyor. Onun da dediği gibi -eğer bu bir hikâyeyse- birilerinin onu duyduğuna, duyacağına inanmak istiyor. Ne yazık ki kadınların, çocukların, farklı kimliklerin bastırıldığı, bedenlerinin ve hayatlarının başkalarının düzeni için şekillendirildiği o yapılar hâlâ yerli yerinde duruyor.
Ve Offred, yalnızca geçmişi anlatmıyor; geleceğe, hatta tam da şimdiye işaret ediyor.
Böyle bakınca romanı bir distopya gibi değil, bugünün alegorisi olarak okumak mümkün.
Mağdurun anlatısı soyut kaldığı sürece ‘estetik!’
Bugün acılar eskisinden çok daha göz önünde yaşanıyor. Her gün ekranlarımızdan izliyoruz: Mağdur edilmiş çocuklar, katledilmiş kadınlar, çaresizliğe sıkıştırılmış erkekler, ötelenen queer bireyler… Güçlü olanın zayıfı -fırsatını bulduğu her an- her yerde ezmesi, aşağılaması, yok etmesi sanki günlük hayatın olağan bir parçasıymış gibi yaşanıyor.
Hikâyelerini dinliyoruz bu insanların, üzülüyoruz, yardım etmek de istiyoruz. Ama bu yardım, çoğu zaman mağdurun mağdur kalmasına bağlı. Mağdurla ancak mağdur gibi davrandığı sürece empati kurulabiliyor. Görünüşünden, sesinin tınısına kadar ne kadar zor durumda olduğunu belli etmesi lazım! Ancak öyle olduğunda ona acıyabiliyoruz, onu estetize edebiliyoruz.
Peki ya bir gün ayağa kalkarsa? Ya konuşur, hesap sorarsa? Ve bunları yaparken dik duruyor, sesinin tonu da yükseliyorsa… İşte o zaman işler değişiyor. Bir anda mağdur, toplumun selameti açısından tehdit oluşturan birine dönüşüyor.
Toplum, mağdurun anlatısını ancak soyut kaldığı sürece seviyor. Failin adı anılmazsa, hikâye şiirsel olursa, anlatı “güzel bir metin” gibi sindirilebiliyor. Ama aynı kadın bir gün “bu kişi bana bunu yaptı” derse… İşte o zaman anlatı artık sadece bir hikâye olmuyor. Bir itham, bir yüzleşme, bir meydan okuma haline geliyor.
Teyze’ler ve Serena Joy’lar sahneyi hiç kaptırmıyor
Failin adı geçtiği anda, empati yön değiştiriyor. “Bir de onun tarafından bakalım” diyenler çoğalıyor. Kadınların içinden çıkan Serena Joy’lar sahneye çıkıyor. Onlar hep sahnede olmak istiyor zaten, sadece onlara hürmet edilsin, onların kanaatlerine değer verilsin. Ya hayatta kalan? İşte o noktada, anlatıcı cezalandırılıyor: Şüpheli hale getiriliyor. Çünkü o artık sadece bir hikâyeyi anlatmıyor, bir düzeni ifşa ediyor.
Oysa eğer gerçekten bir dönüşüm isteniyorsa -ki bu gerekiyor- hayatta kalma anlatısı, failin ismini vererek ve sistemin adını koyarak bunu yapıyor.
Bugün bu yazıyı kadınlar üzerine yazıyorum. Çünkü Damızlık Kızın Öyküsü öyle bir evrende geçiyor. Ve şu andaki cesur yürekler, kadınlar. Ama aslında bu mesele, yalnızca kadınlara ait değil. Çocuklar, queer bireyler, sistemin erkeklik tanımına uymayan erkekler… Hepsi bu anlatının içinde.
Patriyarka yalnızca kadınları hedef almıyor. Erkekleri şekillendiriyor, çocukları hizaya sokuyor, queerleri yok sayıyor. Ama bugün, meydan okuma cesaretini gösterenler çoğunlukla kadınlar. İfşa eden, soyutu somuta çeviren, kendi hikâyesini geri isteyen kadınlar.
Eğer bir kadın sessizliğini bozuyorsa, o cesaret desteklenmeli. Sadece alkışla değil, adaletle… Kadının beyanı ciddiye alındığında, sadece bir hikaye değil, gelecek de olması gerektiği gibi yazılacak. Kızlarınızın, oğullarınızın yaşayacağı o gelecek…
Hayatta kalanlar hikayeleri utancın yerini değiştirecek
Offred, yaşadıklarını kayıt altına alırken bunu gelecek için yapıyordu aslında, koparılmış olsa da bir kız çocuğunun annesiydi. Onun derdi sadece hatırlanmak değildi. Onun meselesi anlatmaktı, gerçek hikâyenin birileri tarafından bilinmesiydi.
Çünkü anlatmak, bir direniştir. Artık bunu anlamalıyız. Bu direnişe eşlik etmiyorsak -edemiyorsak- bile hikâyenin yeniden yazılışına tanıklık ediyoruz. Bu nedenle hayatta kalana acımak yerine onu anlamaya çalışmamız gerekiyor. Her şeye rağmen hayata tutunanı, hayata sıkı sıkı sarılanı koşulsuz bir şekilde dinlemeli öğrenmeliyiz en azından. Utanç ancak o zaman yer değiştirecek.
Damızlık Kızın Öyküsü’nden çok etkilendiğim bir bölümle bitireceğim bu yazımı, kararı siz verin: 1985 yılında yayımlanan bu roman sadece bir distopya mı?
"Yaşardık, her zamanki gibi, aldırmadan. Aldırmamak cehaletle aynı şey değildir, üstünde çalışman gerekir.
Hiçbir şey bir anda değişmez: Derece derece ısınan bir küvette farkına varmadan haşlanarak ölürsünüz. Elbette gazetelerde öyküler vardı, hendeklerde ya da ormanlarda bulunan cesetler, ölesiye dövülmüş ya da sakatlanmış, eskiden dedikleri gibi saldırıya uğramış; ama bunlar başka kadınlar hakkındaydı ve bunları yapan erkekler başka erkeklerdi. Hiçbiri tanıdığımız erkekler değildi. Gazete öyküleri bizim için rüya gibiydi, başkalarının gördüğü kötü rüyalar.
Ne korkunç, derdik, öyleydiler de, ama inanılır olmaksızın korkunçtular. Aşırı melodramatiktiler, bizim hayatımıza ait olmayan bir boyuta sahiptiler.
Gazetelere konu olmayan insandık biz. Baskı kenarlarındaki beyaz boş alanlarda yaşıyorduk. Bu bize daha çok özgürlük veriyordu.
Öyküler arasındaki boşluklarda yaşardık."
(NK/HA)







