Bu yıl Eurozone'daki tasarruf tedbirlerine karşı yapılan protestolar esnasında -Yunanistan'da ve daha küçük çapta İrlanda, İtalya ve İspanya'da- iki öykü kendini dayattı. Ağır basan, yerleşik öykü, krizin depolitize bir şekilde kabullenilmesini öneriyordu: düzenleyici tedbirler politik tercihlere dayanan kararlar olarak değil, sistematik finansal mantığın zorunluluğu olarak sunuldu -eğer ekonomilerimizi istikrarlı hale getirmek istiyorsak adeta acı bir hapı yutmak zorundayız. Diğer öykü, protestocu çalışanların, öğrencilerin ve emeklilerin öyküsü, tasarruf tedbirlerini uluslararası finans-kapital tarafından refah devletinden son geriye kalanların içinin boşaltılmasına dair bir başka deneme olarak görecekti. Birinin bakış açısından disiplin ve düzenlemenin tarafsız bir aracı olarak görülen IMF; diğerinin bakış açısından ise küresel sermayenin baskıcı aracı.
Her iki bakış açısından da dananın kuyruğunun kopacağı andayız. Kimse, işin IMF'in kendine bağımlı ülkelere muamelesi şeklindeki süperego boyutunu gözden kaçıramaz -onları ödenmemiş borçlar için azarlar ve cezalandırırken, aynı anda herkesin geri dönemeyeceğini bildiği yeni krediler öneriyor, böylelikle onları daha fazla borç yaratan korkunç borç çemberinin daha derinlerine çekiyor. Öte yandan, bu süperego stratejisinin işlemesinin sebebi, borcun tümünü hiçbir zaman ödemek zorunda olmayacağının bütünüyle farkında olan borçlanan devletin, son kertede bundan kâr sağlamayı umması.
Her iki öykü ufak bir gerçeklik payı içerse de ikisi de esasen yanlış. Avrupa kuruluşlarının öyküsü, devasa bütçe açığının ekonomik durgunluk süresince düşen devlet gelirlerine ilaveten, finansal sektöre yönelik büyük çaptaki mali desteğin sonucu olarak arttığı gerçeğini perdeliyor; Atina'ya verilen yüksek miktardaki kredi, Yunanistan'ın büyük Fransız ve Alman bankalarına olan borcunun geri ödenmesi için kullanılacaktır. Avrupa Birliği güvencelerinin gerçek amacı -Eurozone ülkelerindne birinin iflas ilan etmesi halinde- ağır darbe yiyeceklerinden dolayı özel bankalara yardım etmektir. Öte yandan protestocuların öyküsü bir kez daha günümüz solunun sefaletine şahitlik ediyor: içeriğe dair hiçbir olumlu programatik talep yok, sadece geride kalan refah devletiyle uzlaşmaya yönelik genelleşmiş bir ret. Buradaki ütopya, sistemin radikal değişimi değil, sistemin içinde refah devletinin devamının sağlanabileceği fikri. Bu noktada bir kez daha karşıt iddiadaki ufak gerçeklik payı gözden kaçırılmamalı: küresel kapitalist sistemin sınırları içinde kalırsak çalışanlardan, öğrencilerden, emeklilerden daha fazla bir miktar kırpacak olan tedbirler gerekli olacak.
Eurozone krizinin gerçek mesajının, sadece Euro'nun değil, aynı zamanda birleşik Avrupa projesinin kendisinin de ölü olmasına dair olduğunu sıkça duyarız. Ancak bu yaygın önermeyi onaylamadan önce Leninist bir şaşırtmaca eklemeli: Avrupa ölü, tamam, ancak hangi Avrupa? Cevap şu: siyaset sonrası dünya pazarına uyum sağlayan Avrupa, referandumlarla tekrar tekrar reddedilen, Brüksel'in teknokratik-uzman Avrupa'sı. Kendisini, içler acısı hale karşı matematik için, Yunan ihtirası ve yozlaşmasına karşı soğuk Avrupalı sağduyusunu simgeler olarak sunan Avrupa. Ancak ütopik olarak görünebilse de, başka bir Avrupa için hâlâ boşluk var: yeniden politize edilmiş, mutlak bir özgürlükçü proje üzerine kurulmuş bir Avrupa, antik Yunan demokrasisine, Fransız Devrimi ve Ekim Devrimi'ne yol açan Avrupa. Devam eden finansal krize tepki göstermek için şeytana uyarak tamamen egemen ulus-devletlere sığınmaktan, bir devlette diğerine karşı kullanılabilen serbest dolaşımdaki uluslararası sermayeye kolay av olmaktan kaçınılması bu nedenle gerekli. Her zamankinden daha fazla, bütün krizlere yanıt küresel sermayenin evrenselliğinden daha çok enternasyonalist ve evrenselci olmalıdır.
Yeni bir süreç
Açık olan bir şey var: kesintilerin nispeten sınırlandığı ve her şeyin yakın zamanda normale döneceği sözünün verildiği refah devletinden onlarca yıllar sonra, şimdi bir çeşit ekonomik olağanüstü hâlin daimi hâl aldığı bir sürece giriyoruz: bir sürekliliğe, yaşam biçimine dönüşüyor. Beraberinde çok daha vahşi tasarruf tedbirlerini, kazanç kesintilerini, sağlık ve eğitim hizmetlerinin zayıflatılmasını ve daha güvencesiz çalışmayı getiriyor. Bu sırada sol kapitalist sistemin içinde kaldığımız sürece, sistem, kendi kendisinin sözde doğal mantığına itaat ettikçe, onun kurallarının ihlalinin de etkili bir biçimde ekonomik çöküşe neden olacağının tamamen bilincindeyken, siyasal ekonomiyle uğraşıyor olduğumuzu -böylesi bir krizde hiçbir şeyin "normal" olmadığını, küresel ekonomik sistemin bir takım siyasi kararlara sırtını dayadığını- vurgulama gibi zor bir görevle yüz yüze. Bu nedenle, her ne kadar net bir biçimde gelişmiş sömürünün yeni bir aşamasına giriyorsak ve küresel pazar koşulları (dış kaynak kullanımı, vs.) tarafından daha kolay teslim alınmışsak da, bunun sistemin kendi çalışması tarafından, her zaman da finansal çöküşün eşiğinde uygulandığını göz önünde bulundurmalıyız.
Devam eden krizin sınırlı olacağını ve Avrupa kapitalizminin giderek artan sayıda insana nispeten yüksek bir yaşam standardı sunma güvencesi vermeye devam edeceğini ummak tamamen beyhude olacaktır. Bu gerçekten de başlıca beklentisi, söz konusu koşulların krizi etkisiz ve marjinal hale dönüştürmeye devam edeceği olan tuhaf bir radikal siyaset olacaktır. Bu durum, Badiou'nun "mieux vaut un désastre qu'un désêtre" (yok olmaktansa felakete uğramak daha iyidir, ç.n) vecizinin okunması gerektiğine dair böylesi bir akıl yürütmeye karşıdır: hiçlikten, var olmamadan daha beter bir felaket, birinin söz konusu durum "üstü örtülü" bir felaketle sonuçlansa bile, bir duruma bağlılık riskini almak zorunda olmasıdır. Bugün solun kendine güvensiz olduğunun en iyi göstergesi krizden korkmasıdır. Gerçek bir sol, krizi yanılsamalar olmaksızın ciddiye alır. Krizler sancılı ve tehlikeli olsa da gerçek solun temel kavrayışı krizlerin kaçınılmaz olduğu ve mücadelede hangi cephelerin açılması ve kazanılması gerektiğidir. Mao Zedong'un eski vecizinin bugün her zamankinden daha fazla geçerli olmasının nedeni budur: "Gökyüzünün altındaki her şey karmakarışık, durum mükemmel."
Bugün antikapitalistler yok değil. Hatta kapitalizmin dehşetine dair aşırı yüklenme içeren eleştirilere şahit oluyoruz: gazete araştırmaları, tv haberleri ve şirketlerin çevreyi kirlettiğine dair bolca bulunan best-seller kitaplar, şirketleri halkın parasıyla kurtarılmışken şişkin ikramiyeler almaya devam eden ahlaksız bankacılar, çocukların uzun mesailerle çalıştıkları kötü atölyeler. Amma velakin, tüm bu eleştirellikte görünebileceği kadar insafsız bir bit yeniği var: bu bit yeniği, "liberal demokrat çerçeve içinde bu aşırılıklarla mücadele edilmelidir" şeklindeki, genellikle sorgulanmayan şeydir. Açık seçik ya da örtülü olsun, hedef kapitalizmin işleyişini düzenlemek -medya baskısı, meclis araştırmaları, daha haşin kanunlar, güvenilir polis soruşturmaları vasıtasıyla- ancak hiçbir zaman burjuva hukuk devletinin liberal demokrat kurumsal mekanizmasını sorgulamamak. "Ahlaki antikapitalizmin" en radikal biçimlerinde dahi -Porto Allegre Dünya Sosyal Forumu, Seattle hareketi- bu tabu olarak duruyor.
Devlet ve sınıf
İşte burada Marx'ın temel kavrayışı hâlâ, belki bugün her zamankinden de fazla geçerli. Marx'a göre, özgürlük sorunu öncelikle politik alana özel olarak yer alınmamalı; bir ülkede değerlendirmeyi dillendirmek istediklerinde küresel finans kuruluşlarının uyguladıkları kriterlerde olduğu gibi -burada özgür seçimler var mı? Mahkemeler bağımsız mı? Basın, gizli baskıdan azâde mi? İnsan haklarına saygı gösteriliyor mu? Gerçek özgürlüğün anahtarı, piyasadan aileye kadar "apolitik" toplumsal ilişkiler ağından ziyade, etkili bir ilerleme için ihtiyaç duyulanın siyasi reform değil, toplumsal üretim ilişkilerindeki dönüşüm olduğu yerde durur. Kimin neye sahip olacağını oylamayız ya da bir fabrikadaki işçi-yönetici ilişkilerini; tüm bunlar siyasi alanın dışındaki süreçlere bırakılır. Demokrasiyi bu alana "yayarak", diyelim ki halkın denetiminde "demokratik" bankalar düzenleyerek bir şeylerin etkili biçimde değiştirilebileceğini ummak yanıltıcıdır. Bu alandaki değişim, kanuni haklar sahasının dışında bulunur. Böylesi demokratik yöntemlerin tabii ki oynayacakları olumlu rol vardır. Ancak bunlar, amacı kapitalist yeniden üretimin bozulmadan çalışmasını güvence altına almak olan burjuva devlet düzeneğinin parçası olarak bulunur. Bu belirgin eğilimde, Badiou bugün nihai düşmanın kaptalizm, imparatorluk veya sömürü olmadığı, demokrasi olduğu iddiasında haklıydı. Bu, "demokratik işleyiş"in, kapitalist ilişkilerdeki kökten dönüşümü engelleyen nihai çerçeve olduğunu kabulüdür.
"Demokratik kuruluşlar"ın fetişleştirilmekten çıkarılması gerekliliğiyle yakından bağlantılı olan şey, onların negatif emsallerinin de fetiş olmaktan çıkarılmasıdır: şiddet. Örneğin Badiou, son olarak "savunma şiddeti"ni, devlet gücünden uzak bir yerde, bu gücü kendi egemenlik alanından çıkararak (Polonya'da Solidarnosc'un ilk zamanlarındaki gibi), özgür alanlar inşa etmek ve sadece devletin bu "kurtarılmış bölgeler"i parçalamak ve yeniden ele geçirmek üzere şiddet kullanmayı denemesi halinde direnmek suretiyle uygulamayı önerdi. Bu formüldeki sorun, devlet aygıtının "normal" çalışması ile devlet şiddetinin "aşırı" uygulanması arasındaki çok problemli ayrıma bel bağlaması. Ancak Marksist ABC'nin sınıf savaşına dair temel görüşü, "barışçıl" toplumsal yaşamın bir sınıfın -hakim olanın- (geçici) zaferi olduğunun dışavurumu olduğunu savlar. Ezilenlerin ve madunların bakış açısından, devletin sınıf egemenliğinin aracı olarak gerçek mevcudiyeti bir şiddet vakasıdır. Benzer şekilde Robespierre, kralı öldürmenin kralın belirli bir suç işlediğini ispatlayarak gerekçelendirilemeyeceğini iddia etmişti: kralın gerçek mevcudiyeti, halkın özgürlüğüne yönelik saldırı olması bakımından bir suçtur. Bu tam manasıyla, ezilenlerin hakim sınıfa karşı güç kullanmasıdır ve devlet her zaman sonuç olarak "savunmada"dır. Bu noktayı itiraf etmezsek, devleti eninde sonunda "normalleştiririz" ve onun şiddetini sadece koşullu aşırılık sorunu olarak kabul ederiz. Şiddete bazen başvurulması, ancak hiçbir zaman meşrulaştırılmaması şeklindeki standart liberal düstur uygun değildir. Radikal özgürlükçü bakış açısına göre kişi, şiddeti geri döndürmelidir: ezilenler için şiddet her zaman meşrudur -çünkü verili durumları şiddetin sonucudur- ancak her zaman gerekli değildir: bu, düşmana karşı güç kullanıp kullanmamaya dair stratejik değerlendirme meselesidir.
Kısacası, şiddet konusu açıklığa kavuşturulmalıdır. 20. yüzyıl komünizminde yanlış olan şiddete "kendiliğinden" başvurması değil -devlet gücünün zaptı ve bunun korunması için iç savaş-, bu türden bir şiddete başvurmayı kaçınılmaz ve meşru hale getiren daha geniş biçimdeki işleyişidir: tarihsel zorunluluğun aracı olarak Parti ve falan filan. Herry Kissinger tarafından CIA'e gönderilen bir notta, Allende hükümetinin altının nasıl oyulacağına dair öneriler kısa ve öz biçimde yazılmıştı: "Ekonomiyi acı acı haykırtın". Eski ABD yetkilileri bugün Venezüella'da aynı stratejiye başvurulduğunu açıkça kabul ediyorlar: ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Lawrence Eagleburge, Fox News'de Venezüella ekonomisi hakkında şunu söyledi: "Chavez'e karşı öncelikle ve kullanmamız gereken bir silahımız var; ülkedeki ve bölgedeki çekiciliği tükensin diye ekonomiyi tamamıyla kötü hale getirmeyi denemek için kullanılan ekonomik araçlar". Şu anki ekonomik olağanüstü halde de biz net biçimde şuursuz pazar süreçleriyle uğraşmadık, krizi kendi koşullarıyla çözmekte kararlı olan devletler ve finansal kuruluşlar tarafından yapılan son derece örgütlü ve stratejik müdahalelerle uğraştık -ve böylesi koşullarda, savunma amaçlı karşı tedbirler uygun değil miydi?
Bu türden göz önünde bulundurmalar yapılamadı, ama 20. yüzyıl boyunca çok hoşlanılan zihinsel çalışmalarına devam eetikleri sırada radikal entelektüellerin rahat düşsel konumlarını parçaladı: politik durumları "felaketleştirme". Adorno ve Horkheimer, "yönetilen dünya"daki "aydınlanmanın diyalektiği"nin sonucundaki felaketi görmüştü; Giorgio Agamben 20. yüzyılın toplama kamplarını, bütün Batı siyasi tasavvurunun "gerçekliği" olarak tanımlamıştı. Ancak 1950'ler Batı Almanya'sındaki Horkheimer'in görünümüne dönelim. Modern Batı tüketim toplumunun "akıl tutulması"nı açıkça suçlarken, bir yandan da aynı toplumun totalitarizm ve kokuşmuş diktatörlük denizindeki yegane özgürlük adası olduğunu savunuyordu. Ya hakikaten de entelektüeller esasen güvenli ve rahat yaşamlar sürerse ve geçim yollarını aklamak için radikal felaket senaryoları kurarsa? Kuşkusuz, birçoğuna göre, bir devrim gerçekleşirse güvenli bir mesafede -Küba, Nikaragua, Venezüella- meydana gelmeli ki, kalpleri uzaklardaki olaylarla ısınırken kariyerlerini ilerletmeye devam edebilsinler. Ancak gelişmiş endüstriyel ekonomilerde düzgün bir şekilde işleyen refah devletlerinin günümüzdeki çöküşüyle, radikal entelektüeller böylesi açıklamalar yapmak zorunda kaldıkları şu anda kader anına yaklaşabilir: gerçek değişim istiyorlar -şimdi bunu elde edebilirler.
İdeoloji olarak ekonomi
Sürekli ekonomik olağanüstü hâl devleti, solun derhal "pratik kullanımı" olmayan sabırlı entelektüel çalışmadan vazgeçmesi anlamına gelmiyor. Aksine: bugün her zamankinden de çok komünizmin, Kant'ın "Aydınlanma nedir?" başlıklı makalesinin ünlü paragrafında, "aklın kamu yararı" dediği, düşüncenin eşitlikçi evrenselliği ile doğduğu akıldan çıkarılmamalı. Mücadelemiz bu nedenle ulus-ötesi tehdit doğuran günümüz yeniden yapılandırmasının bakış açılarının altını çizmelidir. AB'nin "Avrupa yüksek öğrenim sisteminin yapısını uyumlulaştırmayı" amaçlayan ve gerçekte aklın kamu yararına yönelik birlikte bir saldırı olan ve şu anda devam eden "Bologna Süreci", buna bir örnek olacaktır.
Bu reformların altında yatan ise yüksek öğrenimi, toplumun somut problemlerinin bilirkişi görüşleri üretilmesi vasıtasıyla çözümlenmesi görevine bağımlı hale gelmeye teşvik etmek. Burada unutulup giden ise düşünmenin gerçek görevi: sadece "toplum" tarafından yaratılan sorunlara çözümler önermek değil -gerçekte devlet ve sermayenin- aynı zamanda bu problemlerin gerçek biçimi üzerine derinlemesine düşünmek; gerçek yoldan problemin farkına varırsak problemi görürüz. Yüksek öğrenimin görevinin toplumsal olarak faydalı uzman bilgisi üretilmesi görevine dönüştürülmesi, günümüz küresel kapitalizmi içerisinde Kant'ın "aklın kamu yararı"nın paradigmatik biçimidir. Kantçı terimlerle, bu durum hareketimize "olgunlaşmamış" bireyler olarak bulaşıyor, aklın evrenselliği boyutunda yaşayan özgür insanoğulları olarak değil.
Yüksek öğretimi entelektüel üretimlerin ortak alanını çevreleme, umumi zihni özelleştirme sürecine doğru yola sokmak için çabalamayla -sadece doğrudan özelleştirme veya iş dünyasıyla bağlantı kurma kisvesi altında değil, aynı zamanda daha yaygın algılama olan, eğitimi uzman bilgisi üretmeye yönlendirme anlamında- bağlantı kurmak can alıcı. Bu sürecin kendisi, ideolojik çağırma/seslenme yöntemindeki küresel dönüşümün bir parçası. Bu noktada, Althusser'in "devletin ideolojik aygıtları" (DİA) kavramını anımsamak faydalı olabilir. Oretaçağ'da en önemli DİA kurum olarak inanç açısından kilise idiyse, kapitalist modernitenin doğuşu okul sistemi ve yasal ideolojinin ikili hegemonyasını dayattı. Özneler, yasal düzen altında vatansever özgür yurttaşlar olarak çağrılırken, bireyler, zorunlu evrensel eğitim vasıtasıyla yasal özneler olarak şekillendirildi. Burjuvalar ve yurttaşlar arasındaki, kendi çıkarları ile ilgilenen bencil faydacı birey ile kendini devletin evrensel etki alanına adayan yurttaş (Fransa'da kullanılan anlamıyla, toplumun sorunları ile ilgilenen kişi olarak yurttaş, ç.n.) arasındaki uçurum böylece korundu. Kendiliğinden ideolojik duyumsamada, egoist çıkarların özel alanı "pre-ideolojik" olarak nitelendirilirken, ideoloji yurttaşlığın evrensel alanıyla sınırlanmış, ideoloji ve ideoloji olmayan arasındaki feci uçurum böylelikle ideoloji haline dönüşmüştür.
'68 sonrası kapitalizmin son aşamasında olan şey, ekonominin kendisini artan biçimde hegemonik ideoloji olarak dayatmasıdır. Eğitimde, klasik burjuva okulu şeklindeki DİA'nın, kademeli olarak parçalara ayrılmasına şahit oluyoruz: pazarın üstüne çıkarılmış ve doğrudan devlet tarafından örgütlenmiş okul sistemi giderek azalan biçimde aydınlatılmış değerlerin -özgürlük, eşitlik, kardeşlik- taşıyıcısı olan zorunlu ağ oluyor. "Daha düşük maliyet, daha yüksek verimlilik" şeklindeki kutsal formül adına, eğitimin içerisine giderek artan biçimde kamu-özel sektör ortaklığının değişik biçimleri nüfuz ediyor. Gücün/zorun örgütlenmesi ve meşrulaştırılmasında da seçim sistemi artan biçimde pazar rekabeti biçiminde tasarlanıyor: seçimler, seçmenlerin, sosyal düzenin, suçu soruşturmanın ve benzerlerinin görevini en etkili biçimde görmeyi öneren seçeneği "satın aldığı" bir ticaret borsasına benziyor.
"Daha düşük maliyet, daha yüksek verimlilik" biçimindeki aynı formül adına, cezaevlerini yönetmek gibi işlevler devlet gücü alanından bir kere hariç tutuldu mu özelleştirilebilir; ordu artık kendini evrensel zorunlu hizmete dayayamıyor, paralı askerlerden oluşuyor. Devlet bürokrasisi de Berlusconi olayında aşikâr olduğu üzere artık Hegelci evrensel sınıf olarak görülmüyor. Günümüz İtalya'sında, devlet gücü doğrudan, bunu insafsızca ve istismar ederek kişisel çıkarlarını korumanın bir aracı olarak gören rezil burjuva tarafından uygulanıyor.
Duygusal ilişkilere kalkışma süreci bile giderek artan bir biçimde pazar ilişkileri çerçevesinde düzenleniyor. Böylesi bir yöntem, kendi kendini metalaştırmaya dayanıyor: internet yoluyla tanışma veya evlilik ajansları yoluyla, müstakbel partnerler kendilerini meta olarak sunuyor, niteliklerini listeliyor ve fotoğraflarını gönderiyor. Burada gözedn kaçırılan şey Freud'un "der einzige Zug" dediği, diğerinden hoşlanıp hoşlanmayacağını anında belli eden kişisel çekim. Aşk, gereksinim olarak deneyimlenmiş bir tercihtir. Bir noktada kişi, halihazırda aşık olduğu hissiyle bunalır ve aksini yapamaz. Böyle olunca doğası gereği, ilgili adayların niteliklerini karşılaştırır, kime aşık olur, kime aşık olamaz karar verir. Tanıştırma ajanslarının en iyi aşk karşıtı araç olmasının nedeni de budur.
Bu durum, ideolojinin işlerliğinde ne çeşit bir değişime işaret eder? Althusser, ideolojinin bireyleri -"bireyler" burada devletin ideolojik aygıtlarının üzerinde çalıştığı canlı varlıklar olarak bulunur- kendilerine bir mikro-ilişkiler ağı dayatarak özneler halinde soruşturduğunu ileri sürer. Aksine, "özne" esasen bir canlı varlık kategorisi değildir, ancak bu canlı varlığın akıbeti -sembolik biçimde- DİA düzeneğine (Zizek, burada Foucault'nun 'dispositif' kavramını kullanmış, ç.n.) veya mekanizmasına yakalanmaktır. Oldukça mantıklı biçimde, ekonominin alanı ideolojik olmayan biçiminde nitelendirdiği kadar, küresel metalaştırmanın bu cesur yeni dünyası da kendisini post-ideolojik olarak nitelendirir. Tabii ki devletin ideolojik aygıtları hâlâ buradadır, her zamankinden de fazla. Gerçi kendi algılamasında ideoloji pre-ideolojik bireylerin aksine öznelerde yerleşik olduğu kadar, bu ekonomik alanın hegemonyası kendisini ideolojinin yokluğu olarak göstermek zorundadır. Bunun anlamı, ideolojinin üstyapı olarak sadece ekonomiyi "ifade ettiği" değildir. Aksine, ekonominin kendisi burada bir ideolojik model işlevi görür, böylece DİA olarak etkin olduğunu söylememiz konusunda tamamen haklı çıkarız -idealleştirilmiş liberal pazar modeline kesinlikle uymayan "gerçek" ekonomik hayatın aksine.
İmkânsızlar
Bugün gerçekten de ideolojik mekanizmanın işleyişinde radikal bir değişime tanık oluyoruz. Agamben, günümüz post-politik veya biyosiyaset toplumunu, yeni bir öznellik yaratmaksızın bireyleri edilgenleştiren çoklu düzenek (dispositif anlamında, ç.n) olarak tanımlar:
"Gerçek özneler ve kimlikler gerektiren (işçi hareketi, burjuvazi, vb.) siyasetin geçici olarak karanlığa bürünmesinden ve ekonominin zaferinden dolayı, bir başka ifadeyle yalnız kendi yeniden üretimini gözeten yönetimin tek faaliyetinden dolayı. Bugün iktidar idaresinde birbirini izleyen sol ve sağın, bu nedenle kendilerinden esinlenerek adları verilen politik bağlamla çok az ilgisi vardır. Bugün bu terimler sadece yönetim mekanizmasının iki kutbunu-birisi hiçbir endişe olmaksızın edilgenleştirmeyi, diğeri demokrasinin iyi yurttaşlığı şeklindeki ikiyüzlü maskesiyle bunun üzerini örtmeyi hedefleyen- ifade eder." (Giorgio Agamben)
"Biyosiyaset", düzeneğin artık özneler yaratamadığı seçkinler topluluğunu tayin eder, ancak bireylerin sadece gözle görülür yaşamlarını idare eder ve düzenler.
Böylesi bir seçkinler topluluğunda, mutlak radikal toplumsal dönüşüm fikri imkansız bir hayal olarak var olur -ancak imkânsız kavramı bizi durup düşündürmelidir-. Bugün imkânlı ve imkânsız, ikisi de ziyadesiyle aksini ispatlayan garip bir tarzda sınıflandırılmıştır. Bir yandan kişisel özgürlükler ve bilimsel teknoloji alanlarında "hiçbir şey imkânsız değildir" diyoruz: tüm sapkın biçimlerinde seksten zevk alabiliriz, bütün müzik, film ve tv dizileri arşivi indirilebilir durumda, uzay seyahati (belli bir bedelle) herkese açık. Fiziksel ve ruhsal becerilerimizi arttırma, temel varlıklarımızı genlerimize müdahale yoluyla manipule etme imkânı mevcut; kimliğimizi şu ya da başka bir takım donanıma indirilebilecek bir yazılıma dönüştürerek ölümsüzlüğe erişmeye dair "teknostik" (tech-gnostic, ç.n.) hayal bile.
Öte yandan, sosyo-ekonomik ilişkiler alanında asrımız kendisini, insanlığın önceki bin yılın ütopik hayallerini terk ettiği ve tüm imkânsızlıklarıyla birlikte gerçekliğin -kapitalist sosyo-ekonomik gerçeklik olarka okuyun- sınırlarını kabul ettiği bir ergenlik çağı olarak algılıyor. "YAPAMAZSIN" buyruğu, çağın sloganı: ister istemez totaliter dehşete varan büyük kolektif eylemlere kalkışamazsın; eski refah devletine tutunamazsın, bu seni rekabetçilikten koparır ve ekonomik krize neden olur; Kuzey Kore'nin 'juche' (Juche, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti/Kuzey Kore'nin resmi ideolojisi olup, bağımsız duruş, kendi kendine yetebilme anlamlarına gelir, ç.n.) heyyulasına tutsak olmadan kendini küresel pazardan yalıtamazsın. İdeolojik versiyonunda, ekoloji de kendi imkânsızlıklar listesine eklenir, sözde eşik değerleri -küresel ısınma iki dereceden fazla değil- "uzman fikirleri"ne dayandırılır.
Buradaki iki imkânsızlık arasındaki farkı görmek elzemdir: toplumsal uzlaşmazlığın gerçeği olarak imkânsız ve ağır basan ideolojik alandaki "imkânsızlık". Buradaki imkânsızlık iki katına çıkarılmıştır, kendi kendisinin maskesi olarak görev yapıyor: yani, ikinci imkânsızlığın ideolojik işlevi birincinin gerçekliğini gizlemek, karartmak. Günümüzde hakim ideoloji radikal değişimin, kapitalizmin ortadan kaldırılmasının, çürümüş bir parlamenter oyuna indirgenmemiş bir demokrasinin "imkânsızlığını" kabul etmemiz, kapitalist toplumların sınırlarını aşan uzlaşmaz çelişkinin imkânsız gerçeğini görünmez kılmak için çabalıyor. Bu gerçek, mevcuıt toplumsal düzendeki imkânsızlığı, onun bu imkânsız gerçeğin doğrudan uğraşılamaz ya da kökten değiştirilemez olduğunu göstermeyen temel uzlaşmaz çelişkisi anlamında "imkânsız".
Lacan'ın, ideolojik imkânsızlığın üstesinden gelmek için kullandığı formülün "her şey imkân dahilindedir" şeklinde değil, "imkânsız gerçekleşebilir" şeklinde olmasının nedeni budur. Lacancı imkânsız gerçek, gerçekçi biçimde hesaba katılması gereken a priori (sezgisel, ç.n.) bir sınırlandırma değildir, ancak eylem alanıdır. Bir eylem, imkânlının alanına müdahaleden fazlasıdır -bir eylem neyin imkânlı olduğunun gerçek kordinatlarını değiştirir ve böylece geçmişe dönük olarak olanaklılığın kendi koşullarını yaratır. Komünizmin aynı zamanda gerçeği ilgilendirmesinin nedeni şudur: bir komünist olarak eylemek, günümüz küresel kapitalizminin altında yatan temel uzlaşmaz çelişki gerçeğine müdahale etmek anlamındadır.
Özgürlükler?
Ancak sorun devam ediyor: deneyime dayanan bir imkânsızlık ile kasrşı karşıya iken, imkânsızı gerçekleştirmeye dair böylesi bir programatik ifade ne anlama gelir: bir fikir olarak komünizmin hezimeti büyük kitleleri harekete geçirebilir mi? Ölümünden iki yıl önce, Avrupa genelinde bir devrim olmayacağı açık hale geldiğinde ve tek ülkede sosyalizm inşası fikrinin saçma olduğunu anladığında Lenin şöyle yazmıştı:
"Durumun bütün ümitsizliği, işçi ve köylülerin çabalarının on mislini teşvik ederek Batı Avrupalı ülkelerininkinden farklı kökten uygarlaştırma araçları yaratma imkânı sunarsa?" (V.I. Lenin)
Bolivya'da Morales, Venezüella'da Chavez hükümetinin, Nepal'de Maoist hükümetinin çıkmazı bu olmadı mı? "Adil" demokratik seçimlerle iktidara geldiler, ayaklanma ile değil. Ancak iktidara gelince kısmen, en basitinden merkezi biçimde çalıştılar: parti yönetimi temsilcileri ağını atlatarak destekçilerini doğrudan harekete geçirdiler. Durumları "nesnel olarak" umutsuz. Tarihin bütün akışı esasen onlara karşı, onlasrı yola sokacak "tarafsız eğilimler"e bel bağlayamazlar,tüm yapabilecekleri doğaçlama yapmak, umutsuz bir durumda ne yapabilirlerse onu yapmak. Ancak her şeye rağmen bu onlara eşsiz bir özgürlük vermiyor mu? Ve biz -günümüz solu- tamamen aynı durumda değil miyiz?
Bizimki bu nedenle, solun ne yapılması gerektiğini (proletarya diktatörlüğünü kurmak) bildiği, ancak bunu yerine getirmenin uygun zamanını beklediği olağanüstü 20. yüzyıl başları durumunun tam tersi. Bugün ne yapmamız gerektiğini bilmiyoruz, ama şimdi harekete geçmeliyiz, çünkü eylemsizliğin sonucu feci olabilir. "Özgürmüşüz gibi" yaşamaya zorlanmaktayız. Uçuruma doğru adım atma riskini almak zorunda kalacağız, bütün olarak uygunsuz durumlar; yeninin görünüşlerini tekrar keşfetmek zorunda olacağız, çarkı döndürmek ve geçmişte iyi olan şeyleri -eğitim, sağlık ve temel sosyal hizmetler- korumak için. Kısacası, durumumuz Stalin'in atom bombası için söylediği şey gibi: güçsüz sinirleri olanlar için değil. Ya da Gramsci'nin Birinci Dünya Savaşı zamanını tanımlarken dediği gibi: "Eski dünya öldü ve yeni dünya doğma mücadelesi veriyor: Şimdi canavarların zamanı". (SZ/Y/EÜ)
_________________________________________________________________________________________
* Slavoj Žižek'in, New Left Review dergisinin Temmuz-Ağustos 2010 sayısında yayımlanan "A Permanent Economic Emergency" başlıklı makalesinin Türkçe çevirisini yurtsuz.net'ten alıntıladık.