Fotoğraf: Arif Hüdaverdi Yaman - AA
6 Şubat sabahı büyük bir yıkıma uyandık. Üzerinden yaklaşık bir ay geçti. Bu sürede gördük ki, depremle ortaya çıkan bu enkaz, depremin enkazıyla sınırlı değil. Depremin fiziksel enkazının acıları çok büyük, çok derin. Bunun ne anlama geldiğini, bir diğer deyişle ateş düştüğü yeri yakar sözünü (Bu sözü pek sevmesem de - ateş düştüğü yerden yayılabilir - felaketi ifade etmekte belli bir açıklayıcılığı olması nedeniyle kullanıyorum.) en iyi yaşayanlar bilir. Empati kursak, acıyı hissetsek, dertleri paylaşsak da o koşullar içindekilerin neler yaşadıklarını yeterince anlamamız mümkün değil.
En acısı canlar gitmiş. Geride kalanlar mallarını, işlerini yitirmiş, sosyal hayatları bitmiş, şimdi yeni ve zorlu bir hayata başlamak durumundalar. Tarifi mümkün olmayan acılar, yıkımlar...
99 Gölcük depreminde de büyük bir yıkıma uyanmıştık. Sonra daha küçük çaplı olmakla birlikte Düzce, Elâzığ, İzmir depremleri oldu. 99'dan bu yana 24 yıl geçti, peki biz "uyandık mı?"
O tarihten bugüne değişen ne oldu?
Deprem gibi devasa doğa olaylarında birey olarak ders çıkarmak, tedbir almak pek bir şey ifade etmez. Bunu, sınırlı da olsa bireysel önlemleri ve bilinci küçüksediğim için söylemiyorum. Sorun bir sistem ve zihniyet sorunu olup çözümü de toplumsal boyuttadır.
Ülkemiz deprem kuşağında. Bilinen bu gerçeklik ne acıdır ki hayatımızda yer almıyor. Yer almıyor çünkü toplumsal sistem ve bu sistemin ürünü olan zihniyet ve ahlak dünyası, deprem gerçeğinin gereği olan yapılanmanın önünü tıkıyor.
Halkın mutluluğunu, refahını, özgürlüğünü ve can güvenliğini esas almayan, buna göre düzenlenmemiş sistemler, kötülük üretirler. Çünkü yönetici kesim, iktidar erki, bir avuç egemen; adına ne denirse densin, bunların çıkarına düzenlenen sistemler, doğası gereği kötülük üretirler.
Örgütlü kötülük
Örgütlü kötülük derken bir kötülük örgütünden, yasası, tüzüğü olan herhangi bir kuruluştan, kötülerden ibaret öznelerin bir araya gelişinden söz etmiyoruz.
Örgütlü kötülük, bir sistemin sistemsizliğidir, iktidar erkinin keyfiliğidir. Örgütlü kötülüğün olduğu yerde adalet olmaz. Örgütlü kötülük kendini şiddet, baskı ve yalan yoluyla devam ettirir. Örgütlü kötülüğün sistematize olduğu toplumlarda yaşama güvencesi ve yaşama sevinci yok edilmiştir. Örgütlü kötülük haklının değil, güçlünün ahlakıdır.
Örgütlü kötülükte bir bedel yoktur. Suçlular cezalandırılmazlar. Böylece bedeli olmayan kötülük yaygınlaşır ve bulaşıcı bir hastalık gibi toplumu sarar.
Zevk alınan kötülük, patolojik bir bozukluk veya bir hastalık halidir. Hâlbuki örgütlü kötülük bu bozukluğun dışında, toplumsal yaşama egemen kötü bir zihniyetin, ahlakın ve iktidar merkezli sistemin ürettiği bir yaşam biçimidir.
Örgütlü kötülük, bir toplumun anomali halini, çürümüşlüğünü anlatan bir kavramdır.
Peki, bunca kötücüllüğün altında yatan nedir?
Hukuksuzluk, adaletsizlik, keyfilik, güç zehirlenmesi, devlet gücünü kullanarak ekonomik çıkar sağlama, kamu kaynaklarını talan, ideolojik hegemonya...
Bu sistem, onun zihniyeti ve ahlakı kendi yarattığı enkazın altında kaldı.
Her yasal olan doğru ve haklı değildir
Bir mecliste çoğunluğun oylarıyla bir yasa yapıldığında, bir yürütme erkinin veya tek kişinin belirlediği bir metin, yasa olarak yürürlüğe girebilir. Her yürürlüğe giren yasa veya karar ne doğru ne de meşru olabilir.
Ülkemizde defalarca deprem konusunu doğrudan ve hayati boyutta ilgilendiren imar affı (barışı) yasaları çıkarıldı. İmar barışı, her türlü denetimden uzak şekilde yapılmış, ruhsata ve imara aykırı yapılara Yapı Kayıt Belgesi verilmesi ile devlet ve kaçak yapı sahibi yurttaş arasında uzlaşma anlamına geliyor.
Aslında imar barışı, kaçak yapıları yapanlardan, müteahhitlerden, denetim kuruluşlarından, belediyelerden, devletin konuyla ilgili organlarından oluşan suçlular tayfasına af getiriyor.
2018 yılında çıkarılan imar affı kapsamında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği (Ne afili bir adlandırma!) Bakanı Murat Kurum'un açıklamasına göre "Bugüne kadar imar barışına 10 milyon 250 bin vatandaşımız başvurdu" diye konuştu.
"İmar Barışına en çok başvuru ise 1 milyon 747 bin 447 yapı ile İstanbul oldu.
Devletin bu süreçten elde ettiği gelir 19 milyar 203 milyon lira olarak kamuoyuna yansıdı." (https://www.indyturk.com)
Bir yandan oy almak bir yandan da hazineye gelir sağlamak amacıyla kaçak yapıları yasallaştıran iktidarlar, örgütlü kötülüğün esas öznesidir.
31 Mart 2019 yerel seçimleri öncesinde Erdoğan'ın tam da 6 Şubat depreminin olduğu yerlerde halka iyilik yapıyormuş, halkın sorunlarını çözüyormuş gibi görünen açıklamalarına bakalım.
Erdoğan "Malatya, imar barışıyla Malatya'da 88 bin 577 vatandaşımızın sıkıntısını çözdük."
"Hatay, imar barışıyla toplam 205 bin Hataylı vatandaşımızın sorununu çözdük."
"Maraş'ta İmar barışıyla toplam 144.556 Maraşlı vatandaşımızın sorunun çözdük." diyor.
Hayatın cilvesi mi demeliyim; Erdoğan'ın büyük bir mağrurlukla çözdüğünü açıkladığı sorun, büyük bir trajediyle sonuçlandı!
İnşaat temelli ekonomi
6 Şubat depremi sonrası insanlar büyük kaygılar taşımaya başladılar. Hele İstanbul yerleşimcileri, "benim binam ne durumda acaba" sorusunun çıkmazıyla korkunun esaretinde içten içe çöküyorlar.
Zaman bir süre sonra bu korkuyu, kaygıyı hafifletecek. A. Hamdi Tanpınar'ın dediği gibi "İnsan ömrü, unutmanın şerbetine yiyecek kadar muhtaç."
Ancak deprem, çarpık ve çürük yapılaşma gerçeği olduğu gibi duruyor. Bunun korkusunu unutsak bile (Ki o korkuyla sürekli yaşanmaz.
Hayat dinamiktir ve beyin onu bir tarafa atar, baskılar.) o gerçek yok olmaz.
Erdoğan iktidarının temel ekonomik faaliyeti inşaat üzerinedir. İnşaat sektörü çok girdili olup rantı yüksek ve yüklü sermaye transferi gücüne sahiptir. Dolayısıyla inşaat sektörünün ekonominin motor gücü haline getirilmesi, iktidarın bilinçli bir seçimidir çünkü oradan beslenmektedir.
Rant daha baştan arsadan başlar. Hazine arazileri, kamu kurumlarının arazileri, kıyılar imara açılır. Daha önemlisi bu iktidarın alabildiğine kullandığı imar tadilat projeleri uygulaması vardır ki, İstanbul'u İstanbul olmaktan çıkarıp, toptan yaşanmaz bir kent haline getirmiştir.
İmar tadilatı diye diye binalar hem yatay hem dikey yükseldi. Parkı, bahçesi, yeşili yok edildi. Deprem toplanma alanlarına binalar dikildi. Dere yataklarına çok katlı binalar inşa edildi. Bu kent yaşanmaz hale getirilerek toptan bir çöküş ve ömür törpüsü haline getirildi.
Buna bağlı olarak milyarlarca dolar rantiye gelirleri birilerinin kasalarına girdi.
Bütün bunları yasal hale getirmek, doğru işler yapıldığı anlamına gelmiyor. Gücü olan yasa yapıyor ve yasa dışılığı yasallaştırıyor. Çoğunluğun hayatı pahasına ekilen kötülük tohumları, küçük bir azınlığın kasalarını dolduruyor.
İnşaat temelli ekonomideki vurgunun, sorumsuzluğun göstergelerinden biri de ülkemizdeki müteahhit sayısıdır. "Almanya'da 3 bin 800, 27 Avrupa Birliği ülkesinin toplamında 25 bin müteahhit bulunuyor. Türkiye'de ise yaklaşık 453 bin civarında, yani tüm Avrupa Birliğindeki toplam yasının 14 katı kadar müteahhit bulunuyor." (Müteahhit olmak bu kadar kolay: Biraz para, 48 saatte sertifika ...https://artigercek.com)
Deprem enkazının sorumluları
Deprem sonrası bir kısım müteahhidin, yapı denetmenlerinin tutuklanmasıyla bu kötülük temize çıkarılamaz. Bu yapılara izin verenler nerede? Bütün bu imar ve inşaat alanından sorumlu olan devletin kurumları nerede? İmar affı çıkaran sorumlular nerede?
Bütün bu soruların nihai cevabı, bizi sistem ve zihniyet sorununa getiriyor.
Bir diğer deyişle "Balık baştan kokar" sözü gereğince, yönetilenlerin bozulmasının kaynağı yönetenlerdir, iktidardır, daha geniş anlamıyla sistemdir. Ancak böyle olmakla birlikte, Nazım Hikmet'in bir şiirinde "-Demeğe de dilim varmıyor ama — Kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!" sözü gereğince, bu halkın da sorumlulukta bir payı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Sistemdeki kötülük ile çürümüşlük birbirini doğurur, biri büyüdükçe diğeri de büyür ve her biri, bir diğerine yataklık yapar. Bu kötülük ve çürümüşlükte payı olan hiçbir kişi ve kurum, tarih önündeki sorumluluktan kaçamaz.
Rumen filozof ve deneme yazarı Emil M. Cioran'ın Metis Yayınları'ndan çıkan "Çürümenin Kitabı'nda", "Hayattaki bütün kötülükler bir hayat anlayışından ileri gelir" cümlesi çok vurucudur.
Depremin trajedisi o doğa olayında değil, bizim hayat anlayışımızda yatmaktadır.
(HŞ/AÖ)