"Başbakan gürledi" tabiatlı başlıkları çok seviyoruz. Sanıyorum sayın Başbakan da bu başlıklara meftun. Google'da "Erdoğan fırçaladı" kelimeleri aratıldığında 116.000 sonuç çıkıyor.
"Erdoğan spikeri canlı yayında fırçaladı", "Erdoğan Şahin'i fırçaladı mı?", "Erdoğan Ali Kırca'yı Fırçaladı", "Erdoğan Fransız Parlamenteri fırçaladı", "Başbakan Erdoğan Kıbrıslıları neden fırçaladı", "Erdoğan, Rum parlamenteri fırçaladı", "Erdoğan bu kez de çek mağdurlarını fırçaladı", "Erdoğan papazı fırçaladı", "Erdoğan otelcileri fırçaladı", "Erdoğan bakanı fırçaladı", "Erdoğan korumasını fırçaladı", "Başbakan Birand'ı da fırçaladı" ve en sevdiğim "Erdoğan herkesi fırçaladı" bu 116.000 sonuçtan sadece bazıları.
"Artık analar ağlamasın" diye başladığımız, "Kürt açılımı" etiketiyle kamuoyuna malum olan, demokratik açılıma evrilen, akabinde "milli birlik projesi" olarak milli, manevi hislerimize uygun bir terminolojiye kavuşturulan, "açılım" da Başbakan'ın bir gürlemesiyle -sanıyorum başladığından beri dördüncü kez- havada kaldı.
Partisinin kuruluşunun 10. yılı şerefine Ankara'da verilen bir iftar yemeğinde "Bıçak kemiğe dayandı" diyor Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Faturası ağır olacak."
Büsbütün doğru. Ancak 30 senelik mazimiz bize bu faturaları kimin ödediğini de göstermiyor mu? İnsana insana düşman yapan nefret, hoşgörüsüzlük, öfke, garez, intikam bazlı haykırışlar, milli - manevi harmanlara ve milliyetçiliğin kısır kuyularına girdiğinde, o bedelleri ödeyenler hep başkalarının çocukları oluyor.
Bu çocuklar ister Edirne'de doğsunlar ister Silopi'de, nihayetinde başkalarının verdikleri kararlar sebebiyle birer araç olarak öne sürülüyor, şu ya da bu operasyon / harekattan mürekkep bir dilin yarattığı iklimde hayatlarından oluyorlar.
Kısır şiddet döngüsü, ne yazık ki fırçayla, gürlemeyle veya afili isimlere sahip operasyonlarla bitmiyor. Bu kadar kolay değil.
Ölen her çocuğun ahı da üstümüzde kalıyor, o çocuğun hatırasının gönüllerde yarattığı kırgınlık da yeni öfkeleri, başka intikam duygularını besliyor. Hâlbuki bu ülkenin yöneticileri başkalarının çocuklarının ölmesini engellemekle de mesul.
Tam dokuz senelik bir iktidarın bu kısır döngüde hala kilitli kalmamızda hiçbir sorumluluğu yok mu?
2002 yılında bu ülkede hangi sorun varsa, varlığını hala devam ettirmekte.
İşte Kürt sorunu denilen meselede, hala toplumsal düzeyde bir genel demokratikleşmeye evrilemediği için, etnik ve kültürel haklar tanınmadığı için, seçim sisteminde haksız rekabet yaratan baraj sorunu dahi henüz ortadan kaldırılamadığı için, politik temsil noktasında da en az bireysel haklar kadar güdük olduğumuz için bu şiddet döngüsünün ortasında kısılı kaldık hepimiz.
Bütün bunları çözümü ise "analar ağlamasın" temennisi ile değil, anaların ağlamaması için yapılanlarla mümkün olacak.
Bu işe başlamak ise fırçalama, gürleme, bıçak kemiğe dayandı'lı öfke dilinin dışında, "demokratik" bir dil gerektiriyor. Hoşgörüden bahsediyorum, tahammülden, kendini karşıdakinin yerine koymaktan.
Bir hükümet olarak, herkesin hükümeti olduğunu kavrayıp, başkalarının çocukları ölmesin diye nelerin yapılması gerektiğini sudoku problemi gibi çözmeye çalışmaktan.
Olağanüstü hal dönemlerinden geçmiş, faili meçhul cinayetlerin acısını yaşamış, Diyarbakır Cezaevi anıları canlı olan, türlü çeşit ayrımcılık uygulamasına Allah günü maruz kalmış ve taammüden ötekileştirilmiş insanların hisleri hiç de yabana atılabilir değil.
Bu hisleri anlamamız ve beklentileri de karşılamamız gerekiyor. Bu ülke hükümetinin asli vazifesi, bu ülkede yaşayanların barış içerisinde temel hak ve hürriyetlerini özgürce kullanabilecekleri bir atmosferi oluşturmaktır.
Anaların ağlamayacağı, çocukların da dağ başlarında kör kurşunlarla hayatlarını kaybetmeyeceği bir toplumsal sistem ise ancak demokratikleşme ile mümkün. Bu "savaşı" bitirmenin yolu daha fazla füzeden, AK-47 mermisinden değil, daha fazla haktan ve hürriyetten geçiyor.
Uzun bir dönem, sivil siyaset üzerindeki vesayet etkisi sebebiyle, sivil hükümetlerin bu konuda demokratikleşme yönünde adım atmasının mümkün olmadığına inandık, söyledik. Dedik ki, vesayet rejiminin milli güvenlik ideolojisi sivil siyaset alanını daraltıp kuşa çevirirken, hükümetlerin üstünde oluşan baskı sebebiyle genel bir demokratikleşme alanına geçmesi, Kürt sorunu gibi netameli konularda adım atması mümkün değildir.
Vesayet sistemi eriyip giderken ve toplumsal desteği yok olurken, sivil hükümetten beklentimiz vesayet ideolojisinin dilini ve bakış açısını aynen kabul etmesi değildi. Bıçak dayanmalı, Kürt sorunu yoktur'lu, faturalı, operasyonlu dil, tam da vesayet rejiminin diliydi. Çeyrek asırlık tecrübe gösteriyor ki, bu sorunu yaratan, büyüten devam ettiren dilin sivil ağızlarda yeniden şekillenmesi de sorunu çözmeyecek.
O halde, sivil bir topluma yakışan, demokrasi öncüllü bir dile muhtacız. Ayrımcılık yasası neden çıkmasın? Neden faili meçhul cinayetleri araştırmak için bir meclis komisyonu kurulmasın? Hakikatler komisyonu tipinde bir komisyon bu topraklarda kurulup, bu ülkede yaşanan acıları bu topluma neden anlatmasın? Niçin baraj devam etsin? Niçin etnik, kültürel haklar noktasındaki beklentiler karşılanamasın? Bütün bunlar milliyetçi bir reaksiyon da elbette getirebilir ancak oy kaybetmek başkalarının çocuklarının hayatlarını kaybetmesinden çok daha önemsiz bir bedeldir.
Bugün, bu bedeli ödeme cesareti olan bir hükümete ihtiyacımız var. Bu ülkenin çocuklarının hepsini kucaklayıp, bu ülkenin enerjisini birbiriyle mücadelede heba etmek yerine, güvenli bir barış atmosferinde kendi hayatlarını daha iyi seviyeye getirmeleri için kullanmalarına imkân tanıyacak bir cesaret gerekiyor. Bu hükümet bu cesareti gösteremeyebilir. Şayet gösterirse bundan kendisi kazanacaktır, şayet bu cesareti gösteremezse yine kendisi bilir. Bu sorun devam ettikçe, bu ülke bu cesareti gösterecek bir hükümeti aramaya da devam edecek. Ya hep birlikte kazanacağız, ya hepimiz yenileceğiz, başka çıkış yok. (GT/IC)