Uludere katliamının ardından egemen basında katırlar ve kaçakçılar üzerine kaleme alınan yazılardaki -özellikle Yılmaz Özdil'in yazısındaki- ırkçı ton pek dikkat çekmedi. Sonra bunun normal olduğuna şahit olduk; görünüşe göre, bugünün Türkiye'sindeki hakim dil buydu.
Kardeşini küçümseyen bu zavallı dili 'Türklük gururu'nun bir emaresi gibi sahiplenip kanıksayan kitle, ırkçılığın nasıl bir körlük olduğunun farkında değil. Irkçılık insanın gözünü, kulağını, insanlığını, dilini körleştirir. Irkçının dili yeni şeyler söylemeye kördür. "Şimdi yeni şeyler söylemek lazım, cancağızım" diyebilir kuru bir ezberle, ama yeni şeyler söyleyemez.
Irkçı kendini keşfetmekten acizdir, bu yüzden çevresindekileri de keşfedemez. Ülkesini de, içeridekileri ve dışarıdakileri, yakınındakileri ve uzağındakileri de keşfedemez. En ufak keşfin bile başlaması için şart olan o şüphe, o merak penceresi kapalıdır onda. Bir şablona hapsolmuştur.
Velhasıl, bugünkü Türkiye'de bu ırkçı dilin tepki çekmemesi normaldi. Tuhaf olan, paranın kokusunun hemen fark edilmemesiydi.
Türkiye'de bir yerde iki gün çalışılıp ayda 15 bin lira para kazanılacak ve paradan başka herhangi bir şeyin kokusunu almaktan aciz bir neoliberal sisteme teslim bu ülke, o kokuyu kaçıracak. Olacak şey değil.
O zaman nasıl oldu? Sebep çok açık; katıksız bir yalandı bu. Uludere'de ya da başka bir sınır köyünde haftada iki gün katırcılık yaparak böyle bir para kazanan kimse yoktu.
Peki doğru olsaydı ne olurdu, bir animasyon filmi misali hızlıca düşünelim:
Mesaj Vahşibatı'da kasabadan kasabaya çekilen bir telgraf gibi yayılırdı sosyal medyada:
Katırcılıkta iyi para varmış stop. Haftada iki güne stop. Ayda 15 bin lira stop. Viski de su gibiymiş haa, stop.
Daha telgraf kağıdı yere düşmeden ekranı bir toz bulutu kaplar, toz bulutunun içinden katırını aldığı gibi Uludere'ye doğru yola düşmüş yoksul halk kervanları görürdük Anadolu'nun tozlu yollarında.
Haftada iki güne ayda 15 bin lira ülkede infiale neden olurdu. Büyük bir akın başlardı sınıra. 4C + fitre ya da zekât yahut artık Allah ne verdiyse usulü çalışan işliler işlerini bırakırdı. İşsizler işleri beğenmezdi.
Bankalar çok uygun(!) vadelerle katır kredileri verirdi. Beş bin liraya ikinci el katırını (artık ikinci el katır ne demekse?) alan kervana katılırdı. Kervan yolda düzülürdü.
Bir tür "Altına Hücum" a la turca yaşanırdı ülkede.
Uludere birdenbire değişir, bambaşka bir yere dönüşürdü: Uludere'ydi, Uludere'de falan derken ülkenin farklı farklı yerlerinden gelen halkın ağzında Aloderede, Eloduruda, Elodoruda, Elodorado ve hoop, bir anda Eldorado oluverirdi: Doğu'nun Eldoradosu.
Artık parası iyi olan katırcılığı dışarıdan gelen Türkler yapardı; haftada 2 günden ayda 15 bin lira iyi para ve elbette Türklere layık...
Yerli halk katırcılığı bırakıp lojistik işlerde çalışmaya başlardı. Otel, lokanta, market ve elbette bar.
Geçer akçe Türk Katırilyonu (TK) olurdu Eldorado'da. Yeni açılan barların ilan tahtalarında şu fiyat listesi okunurdu:
"Viski (duble) 3 TK.
Su (küçük) 5 TK "
Sonra bir günbatımı uzaktan kasabaya yabancı "yalnız bir katırcı" gelirdi. Katırını barın önüne bağlar, bara girerdi.
Dışarıda tabeladaki fiyatları okuyan katır "Viski gerçekten de sudan ucuzmuş" diye kişnerdi ağzının içinden. Önündeki yalağın da viski dolu olduğunu görünce ne yapacağını şaşırır, doya doya viski içtikten sonra şöyle keyifle bir bırrlar, kafasını iki yana sallar ve:
"İnanamıyorum," diye anırırdı (yoksa kişner miydi, bilemiyorum) "Gerçekten inanamıyorum. Bu çağda hala gerçekleri yazan dürüst gazeteciler olduğuna inanamıyorum: Teşekkürler Yılmaz Özdil."
* * *
Yine de hikaye bu animasyondaki gibi bitmezdi. Uludere'ye dışarıdan gelen yabancılar çok zayiat verirlerdi o dağlarda: Soğuk, kar, tipi, çığ, uçurumlar çok canlara kıyardı, çok canlar alırdı.
Canını kurtaranların büyük çoğunluğu geri dönerdi, yapamazlardı bu karlı işi. Niye döndüklerini soranlara "dil sorunu" derlerdi. O zaman hemşerileri 90 yıl oldu hala Kürtlere Türkçe öğretemedik diye hayıflanırlardı. "Sorun insanlar değil, " derdi o zaman sınırdan dönenler "Sorun dağlar. Dağlar Kürtçe konuşuyor."
Evet, Kürdistan'da dağlar Kürtçe konuşur. Çünkü Kürt halkı yüzyıllardır iç içe yaşadığı bu coğrafyanın her yükseltisine, her çukuruna, her koyağına, her dönemecine, suyuna, pınarına, kayasına başka başka isimler vermiştir.
Neresinde ne zaman don olur, fırtına çıkar, çığ düşer, bunlardan nasıl korunulur, nerelere sığınılır gibi sonsuz çeşitlilik ve değişkenlikteki bir hayat bilgisi nice bedeller ödenerek öğrenilmiş; Kürtçe hikayeler ve deyişlerle, kendi kültürüne özgü bir zemheri takvimiyle yöre halkının kolektif belleğe kazınmıştır.
Gelgelelim, rüzgarından suyuna, çakılından çalısına kadar her şeyin adının Kürtçe olduğu bu amansız coğrafyayı, yüzlerce yıldır birlikte yaşadığını iddia ettiği kardeş halkın dilinden "dağlık bölge" diye çevirir kendi ülkesini, çevresini keşfetmekten aciz ırkçı dil.
Evet, ırkçılık dağların dilini, Kürtçeyi konuşamaz ama Türkçeyi konuşabildiği de söylenmez. Irkçılık lâldir. (BK/HK)