Yüz sene evvelinin çetelesini tutan ve hesabını kesmeye yeltenen akıl, izan sahibi akil insanların anlatısına göre derler ki; “Osmanlı Paşası çağırmış Ermeni’yi, demiş ki; ‘Kürdün kafasını urun’. Ermeni, dönmüş paşaya; ‘Bütün dünyayı verseniz Kürdü vurmayız. Çünkü biz Kürtler’le ekmeğimizi suyumuzu pay ettik’. Paşa bu kez dönmüş Kürde; Ermeni’nin kafasını urun’. Ermeni’nin kabul etmediğini, Kürt boynunu büküp kabul etmiş, açmış.”
Kürt “açmış” da! Peki, Türk, Ermeni’yi katlederken neyin peşindeymiş! Artık onu ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Onu “Türkün Ateşle İmtihanı”nda ve “İslam’la Sentezi”nde aramak gerek.
Asıl mesele bugün tarih yazılırken Ermeni Soykırımı’nın faturasını Kürde kesmeye yeltenenlerle ilgili. Tabii bu “fatura kesicilere” söyleyecek söz her daim var. Yine akıl, izan sahipleri derler ki; “Kürt ile Ermeni, iğne ile iplik gibidir.” Hayat ve tarih bu iki kavmin birbirlerini hep takip ettiğini yazar. Doğrudur! 1915 yılında Ermeni’nin başına ne geldiyse, ne getirildiyse! 1925’te, 1938’de ve 1990’da aynısı Kürdün başına gelmiş, getirilmiş, getirildi.
Bu trajedilerin hikâyesi edebiyata sıkça malzeme oldu, oluyor.
Bir kez daha genel bir edebiyat değerlendirmesinde Haydar Karataş’ın “Perperika Soê-Gece Kelebeği” kitabından söz etmiş ve demiştim ki; “Haydar Karataş'ın Perperika Soê-Gece Kelebeği adını verdiği romanı, muhteşem bir edebiyatın izinden yürüyen güçlü bir ‘Ana Tanrıça’ anlatısı.
Bütün bir 1930'lu yıllar boyunca Dêrsim coğrafyasındaki ‘huzursuzluğun’ kimilerince ‘İsyan’ olarak kabul edilmemesine rağmen isyan gibi resmi literatüre geçirilip bir taşla iki kuş vurmanın (Alevi ve Zaza Kürdüne vururken yarım bırakılmış Ermeni meselesini de halletme) edebi hikâyesi olmuş kitap. Karataş, bütün hikâyeyi yaşamış bir ‘ana’nın ağzından bir kelebeğin örneklemesinde çocuğuna paylaşarak zaman zaman umuda ve oyuna çevrilen büyük bir trajedinin hikâyesini romanlaştırmış.
Bir yanda 1915'te Ermenilere yaşatılan büyük felaket sonrasında Dêrsim coğrafyasındaki ‘etnik’ ve ‘insani’ korumacılığın tekçi ve kinci resmi yapı tarafından öç alıcılığa dönüştürülmesi.
Devamında ise Alevi Kürtlerle birlikte eşzamanlı olarak aynı zamanda koruma altına aldıkları ve gizledikleri Ermenilerle de hesap kesimine dönüşen bir edebi hikâye Gece Kelebeği. Haydar Karataş'ın edebiyatının gücüne anlam katan en büyük öğe, kimlikleri çok fazla da insan tekinin gözüne sokarak anlatmaktan çok, korkunç bir yoksulluk üzerinden anlatmasında gizli demeliyim.
Değil mi ki; ‘isyan bastırmak’ zulüm, katliam altında yaşatılan bütün acıların, sürgünlüklerin arka planı devasa yoksulluklarla ilintili. Haydar Karataş bunu ziyadesiyle başarmış.”
Haydar Karataş’ın “On İki Dağın Sırrı”* ikinci kitabı. Gece Kelebeği’nin kaldığı yerden sürdürücüsü gibi Dêrsim anlatısının devamı. Kürdün Zaza ve Kurmanç kavmi, Ermeniler, Kızılbaş Aleviler, Muhacir Türkler ve bu kimliklerin “insan” suretine bürünmüş “iyi” ve “kötü” örnekleri.
Candarması, aşiretleri, paşası, kadını, çocuğu, erkeği; yanmış yıkılmış, insansız evleri, harap köyleri, at ve silah peşinde koşan korumasız, biçare, aç insanları. Kurtuluşun, kaçıp göçmekte olduğunu hikâye boyunca düşleyen insanlar. Dağın ardındaki sırra ortak olmanın umudunu yaşayanların, taşıyanların romanı “On iki dağın sırrı”.
İyi ve sıkı yayınevlerinin bir görevi de yazın dünyasına yeni yazarları kazandırmaktır. İletişim Yayınları bunun hakkını veren birkaç yayınevinden biri. İletişim Yayınevi sayesinde binbir emekle üretilmiş Haydar Karataş romanları gibi “müptelası” olunacak edebiyat örnekleri ile buluşuyor Türkçenin okuru.
Haydar Karataş, çok iyi bir gözlemci ve yine çok iyi bir dil ustası. Onun her iki romanında da sadece hikâyenin örgüsü yok! Aynı zamanda muhteşem bir doğa anlatısı var. Filmografik bir kurgu ve doğa tahayyülü.
Dil ve resim bir araya gelince edebiyatında Burhan Sönmez’in tarifiyle “bağımlılık” ve “beklenti” yaratan bir alışkanlık, akışkanlık oluşuyor. Zaten “iyi edebiyat” da böyle bir şey olsa gerek!
İşin açıkçası; Gece Kelebeği ve On İki Dağın Sırrı’ndan sonra acaba ne yazacak diye Haydar Karataş’ın yeni romanını merak etmeye şimdiden başladım bile.
İletişim teknolojisinin şimdilerde olduğu gibi dal budak salmadığı, haberlerin insan gücüyle günler süren çabayla bir yerden bir başka yere taşındığı devirlerde adı “Sebır” olan bir yeniyetme çocuğun öfkesinin yönünün “Beyaz Dağların” ardına kapkara bir bulut gibi aktığı; zulmün, zorbalığın had safhaya çıktığı devrin hikâyatını yazmış Haydar Karataş.
Gece Kelebeği’nde oyun oynar gibi bir çocuk ve bir kelebekle başlayan ve süreduran anlatı! On İki Dağın Sırrı’nda bu kez bir “ulak” çocuk ve çocuğun roman boyunca hangi amaçla kullanacağı bilinmez bir tüfeng tutkusuna dönüşüyor.
Kan revan içinde atlı kafilenin içine dalan, tüfengi Rus beşlisi kendi boyundan uzun cılız bir çocuk Sebır. Roman boyunca öfkesinin “ipuçları” verilse de! Beklenmedik bir koca yüreğin hıncıyla kerametleri Ankara’dan menkul “hükümet adamları”na ve onların Dêrsim coğrafyasındaki muhacir “iskân”ı politikalarına acemi beşlisiyle meydan okuyan çocuk Sebır’ın öfkesiyle son buluyor roman. Romanın finalinde Rayber’e itiraf edilen “Sorpiyan Keşişi’nin sünneti” resmi devlet politikasının halkları iğdiş etmesine meydan okumaya denk düşüyor. (ŞD/YY)
*Haydar Karataş, On İki Dağın Sırrı. İletişim Yayınları, 2012 İstanbul