Türkiye tarihinin en derin krizlerinden birini yaşıyor. Bunun temel nedeni ise yanlış bir siyaset yapma biçiminin eseri olan ve sorunu devlet krizi boyutuna dönüştüren hastalıklı yapıdır. Bunun doğurduğu ekonomik sorunlar halkı yıpratmakta, sefil bir yaşam düzeyine mahkûm bırakmakta ama öte yandan reel ekonomide telafisi zor yıkımları da getirmekte.
Üretimin gerilemesi, iş yerlerinin kapanması yanında, bütçe açıklarının halkı sefalete iten yöntemlerle telafi edilmesi, ücret pazarlıklarında emek örgütlerinin taleplerinin hasıraltı edilmesi toplumsal şikâyetlerin zirveye çıkmasına yol açmakta.
Ülkenin sanayi gücü ve tarımsal potansiyeli kadar doğal kaynakları ve çevresel koşulları da tehdit altında. Bu durum gelecek nesillerin yaşanabilir bir ülke konusunda karamsarlıklarını besleyen ürkütücü bir tablo.
Kısacası ülke olarak gelecekte insani ve maddi kaynakların yönetimi açısından tehlikeli sonuçlar doğuracak bir felakete doğru gidiyoruz. Doğru yöntemlerle ve teşviklerle işlenmesi gereken tarım arazilerinden yoksun bırakılmış, su kaynakları ve yeşil alanları ihmal edilmiş bir ülkede yaşadığımız olumsuz tablo bu topraklarda yaşayan herkesi yakından ilgilendiriyor.
Aslında sorun iktidarda olanların, devletin anayasal temellerini hiçe sayan bir hukuksuzluğu ısrarla görmemezlikten gelmelerinden kaynaklanıyor.
Adaleti sağlamakla yükümlü yargı gücünü elinde bir sopa gibi kullanmak isteyenler, bu ülkede yaşayan çoğunluğu seçeneksiz bırakıp duruma katlanmaya mecbur bırakıyorlar. İş insanlarından, tarımla uğraşanlardan tutun emeğinin hakkını arayanlara, iş arayanlara, huzurlu bir emeklilik dönemi bekleyenlere kadar kaygı duyan herkese bir belirsizlik hali yaşatılıyor.
Halkın büyük desteğini almış sevilen, dürüst bir belediye başkanısınız; bir sabah sırf muhalif partiden seçildiğiniz için gözaltına alınıyorsunuz. Tutuklanmanıza için gerekçe sayılan iftirayı atan kişi ise büyük olasılıkla işini kaybetme korkusuyla böyle konuşturulmaya zorlanmış, diğer belediyelerden de benzer ihaleler almış bir iş insanı!
Ya da, benzer baskılar altında tutuklanma ihtimalini göze alamayıp iktidar saflarına geçen, cesaretsizlik örneği göstererek partisinden ayrılmayı tercih eden, seçmenini yanıltmış bir belediye başkanısınız. Bu kötü tercih nedeniyle size komployu hazırlayan tarafın yanında yer alarak gömülmek istenen eski partinizin üstüne bir küreği de siz atıyorsunuz!
Bunları yaşıyoruz işte! Romanları yazılacak veya sinema filmlerine konu olacak olaylara benziyor her şey, ama maalesef yaşadığımız hakikat bu.
Bir yanda demokratik tercihlerin önünü kapatmak için adalet kavramını hiçe sayarak yargı sisteminin işleyişine müdahale eden bir zihniyet var karşımızda; öte yandan, etik değerleri hiçe sayarak davranışları biçimlendiren eğilimler, tercihlerle yaratılmış, korkutucu bir toplumsal çürüme ile karşı karşıyayız.
Türkiye artık bu halde! Düşünmek bile istemediğimiz şeyleri günlük hayatımızda sıradan vakalar gibi görmeye başladık!
Yapmamız gereken ilk iş bu duruma yol açan yönetim sisteminin baştan sona yenilenmesi. Miting eylemlerinde ve televizyonlarda ilk konuşmamız gereken öncelikli konular bunlar olmalı.
Hukuk ve vicdan gibi temel meselelerden, yani toplumsal düzeni ayakta tutan temel kaidelerinden başlayarak yola çıkmalıyız. Bir yandan da bunu sağlayacak kamusal çıkarları önceleyen demokratik yapıları kurmaya çalışacağız. Bunu yaptıktan sonra çözmemiz gereken diğer sorunlara sıra gelecek. Çünkü birikmiş çözüm bekleyen birikmiş zor sorunlarımız var daha: Kültürel ve etnik ayrımcılığı bir yana bırakıp, herkesin kendini güvende hissedeceği, endişeye kapılmayacağı ortamı yaratmak, eşitlikçi ve toplumcu değerleri savunan topyekûn demokratik bir toplum yönetimini inşa etmek zorundayız.
Şiddet yöntemlerinden arınmanın fırsatını yakalamışken bunu TBMM’de çalışmaya başlayan komisyonda en geniş katılım ve dayanışma ile demokratik bir toplumu yaratmak üzere tartışmak yerine zamana oynayacak şekilde yanlış tutumlara boğmak, haksız tutuklamalar ve yargı sistemindeki yanlışlıklara göz yummak umutları azaltıyor elbet. Komisyonun amacını tanımlamak üzere adına zorla ilave edilen demokratik beklentiye rağmen…
Ama bütün zorluklara rağmen bu topraklarda yaşamaya devam edeceksek sonuna geldiğimiz bir tahammül sınırı çizgisinde başımızı öne eğip çaresiz kalmak yerine böyle yaşamaya itiraz ederek, doğru adımlar atmak zorundayız.
Evet, tarihsel kalıntıların yarattığı olumsuz travmaların etkisi altındayız. Ancak her şeye rağmen birlikte yaşamanın temel gereklerini görmemezlikten gelemeyiz. Geçmişin kötü anılarına yenik düşmeden, her şeye rağmen başarmak zorunda olduğumuz acil görevler var.
Milyonlarca gencimizi de düşünerek üretimin içinde olan her türden emeğe ve emekli olmuş kesimlere saygı gösteren adil bir sistemde çalışanların haklarını kollayacak ve yaşam seviyesini gözetecek adil bir gelir dağılımını öngören emek eksenli kamucu bir yaklaşıma ihtiyacımız var.
Bunu sağlarken kültürel, dini ve etnik farklılıkları avantaja dönüştürecek tarzda, demokratik temelde karşılıklı diyalog yolunu açık tutmak bu bataklıktan kurtulmanın tek yolu.
Başka çaresi yok çünkü!







