Uykusuzluk, yalnızlık, farklı benliklerin keşfi, kendini yabancılama ve toplumdan yabancılaşma; bunlardan bazıları çoğumuzun hayatına en az bir kez uğramıştır.
Işıl Bayraktar’ın sade bir anlatımla değindiği bu başlıklar, öykü kitabı Çürük Atlar Çöplüğü‘nde işlediği konulardan birkaçı.
Bir küçük hissiyatını bile bırakmayan, onu yakalayıp üzerinde düşünen yazarları seviyorsanız; sorgulamalar, üstünkörü kabullenişleri reddedişler ve arayışlar içeren eser, sizi bir paçanızdan yakalayacaktır.
Kendi kendimize konuştuğumuz vakitler ve ‘deliriyor muyum?’ diye meraklanılan anlar, düşündüğümüz kadar ender midir?
Mesela bu anları bir arı tarafından sokulduğumuz zamanlarla karşılaştırsak ya da yabancı birinin bebeğine göz kulak olmamız gereken kısa, ender anlarla… Sanki varlığımızı parçalara bölüp de benliklerimize ayrılarak karşılıklı sohbet ettiğimiz anlar, bir etraflıca düşününce, tecrübelerimiz arasında çok da az yer tutmuyor gibi.
Bu kitapta; tanışan, konuşan, tartışan, anlaşan benlikler bulacaksınız. Peki ya hep bu sorgulamaların peşine takılan yalnızlık? Bu yalnızlık kelimesini, Bayraktar’ın kitabıyla ilgili konuşacağımız vakit bir farklı tanımlamamız gerekiyor gibi geliyor bana.
Çoğumuz insanlar tarafından sarılı, sevsek de sevmesek de. Aileyi, çalışma arkadaşlarımızı, hizmet aldıklarımızı ya da hizmet sunduklarımızı bir kenara ayırınca yine de benliğimiz, çitlerle çevrili nadasta bir tarlada kalmıyor sanki. Bir topluluğun ağırlığı sırtımızda, tanımadığımız binlerce insanın nefesi hep yanımızda gibi değil mi?
Bunlar varsayımsal topluluklar olsa dahi, her zaman ensemizdeler. Varsayımsal olarak bizim gibi düşünenler mesela, bizim gibi düşünmeyenler, bizden olanlar, olmayanlar, isteyenler, üretenler, eleştirenler, tam iyiler, yarı iyiler, düzeltilebilir kötüler, kimi zaman en kötüler... Hep bir insan yığınının gölgesi, istesek de istemesek de, tanısak da tanımasak da bizimle birlikte.
İşte bu kalabalığın içinde yalnızlığı kendine ait bir parça, kendinden, benlikten bir tanıdık -en azından bildik- bir varlık olarak benimsiyor Bayraktar’ın kitabı.
Pek tabii bu dediklerim ‘çoğumuz’ ile başladığım cümlelerden sonra kaybettiğim, şu an benden uzakta, yine tanıdıkları yalnızlıklarıyla olan insanlara selam olması kaydıyla…
Peki, şimdi gitsek buralardan. Hiç tanımadığımız, anlayamadığımız, insanlığımızın köklerine güvenerek aralarına karıştığımız fakat bir ucundan tutamadığımız bir insan topluluğunun içine düşüversek, geride bıraksak ensemizdeki tanımadık yığını; bu durumda ne olur yalnızlığımız?
Çürük Atlar Çöplüğü’nden şöyle bir ses yükseliyor bizim taraflara:
"Bu sözcükleri hiç görmemiştim, ne söylediklerini anlamıyordum.
Sözcüklerin kuruluş biçimleri bana yabancılığımı hatırlatıyordu.
Sözcükleri seviyorsam onları da sevmeli miydim?
Sözcükleri bağrıma basıyorsam, anlamadığım bu sözcükleri de bağrıma basmalı mıydım?
Onlar, bu sözcüklerin sahipleri, en iyi ifade ediş şeklinin kendi sözcükleriyle yaratıldığını düşünüyorlardı.
Bağırıyordum, 'Aynı şeyleri söylüyoruz!'
Duymuyorlardı.
Benim dilimin sözcükleri burada geçersizdi.
Ben bu sözcüklerle ancak bir geçersizlik hikayesi yazabiliyordum, onlarsa kendi sözcükleriyle her şey yazabiliyorlardı."
Bizim ensemizde hissettiğimiz, bizi yalnız bırakmayan kalabalığa ne olur? Yerlerini bir kelam paylaşamadığımız yeni yığınlara bırakıp geçmişimize doğru kaybolurlar. İşte Bayraktar’ın kendi deyimiyle, öykümsülerinde uzun uzadıya irdelediği bir terim, yalnızlık. Önemli.
Bu kitaptan tadı damağınızda kalacak hikayeler beklemeyin. Aklınızda kitaptan bahsederken örnek verebileceğiniz karakterler olmayacaktır. Elinizde bir mekan, bir zaman, anlatıcıyı her zaman konumlandırabileceğiniz keskin bir görsel de olmayacaktır. Bayraktar’ın öykümsülerinden elinizde bir kadının uykusuzluğu, yalnızlığı ve farklı benlikleri ile konuşmalarından başka bir şey kalmayacaktır. Vücut bulmuş ve dile gelmiş bu normlar size 143 sayfalık bir zihin haritası sunuyor. Bize okur olarak düşen ise, kesişen yolların ihtimali için bulabildiğimiz tüm haritalara göz gezdirmek.
Uykusuzluğun ısrarcı olduğu ve artık tat vermemeye başladığı gecelerde; komşudan gelen bir bebek ağlaması, uzaktan duyulan bir televizyon sesi veya odayı ani aydınlatan bir araba farı gibi Bayraktar’ın kitabı. O an, uyanık olan herhangi bir benliğin yarattığı rahatlamayı sunuyor.
Sizlere bir ceninken, “Hamilelik dendiğinde benden bahsedildiğini artık anlamıştım. O günden sonra bu kez biz kadınla tuhaf tuhaf bakışmaya başladık. Aynanın karşısına geçiyor, dokunuyordu bana. Hem hüzünlü, hem sevinçli gibiydi. ‘Nereden çıktın sen?’ deyip duruyordu arada. ‘Bilmiyorum’ diye haykırmak istiyordum her seferinde, benim istemediğim kesindi” diye seslenen bu tuhaf anlatıcıya kulak verin.
Kendi kendine konuşmanın en yalın halini kullanarak derin, yalnız sorgulamalar içeren sesiyle Çürük Atlar Çöplüğü, kendi benlik arayışınıza beklenmedik katkılar yapabilir.
Uykusuzlar Tımarhanesi’nde kısa bir gezintiye çıkabilir, Öpüşen Kendilikler ile tanışabilir, kendi İç Hüzünler Mezarlığı’nızı keşfedebilirsiniz. (AA/EKN)
* Işıl Bayraktar, Çürük Atlar Çöplüğü, Nota Bene Yayınları, 2017