Meseleye yurttaşlık politikaları, yurttaşlık pratikleri üzerinden bakmak istiyorum. Kürtler, Cumhuriyet dönemi boyunca genellikle ne türden yurttaşlık pratiklerini tecrübe ettiler ya da Cumhuriyet Kürt meselesiyle uğraşırken genellikle ne türden yurttaşlık politikalarına başvurdu?
Meseleyi bu sorular etrafında değerlendirmek istiyorum.
Kaba bir tasnif üzerinden konuşmak gerekirse, Kürtler genellikle asimilasyonist, nadiren, ya da zaman zaman da, ayrımcı yurttaşlık pratiklerine maruz kaldılar.
Başka bir deyişle, Cumhuriyet Kürt meselesini esas olarak asimilasyon, zaman zaman da ayrımcı yurttaşlık pratiklerine mahal veren tedip ve tenkil vasıtalarıyla çözmeye çalıştı.
Bu türden pratiklerin dökümüne geçmezden evvel birkaç noktanın altını çizmek istiyorum.
İlkin, bu iki grup yurttaşlık siyasetinden biri bir dönem, diğeri de başka bir dönem takip edilmedi. Bütün bir Cumhuriyet dönemi boyunca her iki grup pratik de uygulamada oldu.
İkinci olarak: Asimilasyon ilk kez Cumhuriyet'le birlikte ortaya çıkmadı. Asimilasyon siyasetinin kökleri bir tür proto-milliyetçilik olan Osmanlıcılığa dek uzatılabilir.
Üç: Cumhuriyetin (1920) Kürt siyaseti asimilasyonla başlamadı. Cumhuriyetin kurucuları açısından Kürtler Türklüğe asimilasyonu beklenen 'müstakbel-Türkler' olmayıp, ülkenin, etnik hukuklarına saygı gösterilmesi gerektiğine hükmedilen, Müslüman kavimlerdendiler; tıpkı Türkler, Çerkezler ve Lazlar gibi.
Bu hükme varan da bilindiği üzere, Cumhuriyeti kuran meclis ve onun başkanıydı. Mustafa Kemal, gizli bir Meclis oturumunda şunları söylemekteydi:
Suret-i umumiyede prensip şudur ki hududu milli olarak çizdiğimiz daire dahilinde yaşayan anasır-ı muhtelife-i İslamiye yekdiğerine karşı ırki, muhiti, ahlaki, bütün hukukuna riayetkar özkardeşlerdir.
Bizce kat'i olarak muayyen bir şey varsa o da hududu milli dahilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkes vesair bütün bu İslam unsurlar müşterekülmenfaadır.
Bu, bir kez telaffuz edilmiş, kazai bir hüküm olmadı. "Kürtlerin serbesti-i inkişaflarını temin edecek vech ve surette hukuk-i ırkiye ve içtimaiyece mazhar-ı müsaadat olmaları[nın]" kabul edildiğini belirten Amasya Protokolunun; Kürtlere yaşadıkları bölgelerde bir tür özerklik verileceğini duyuran İzmit beyanının; ve "Kürtlerle meskun menatıkta [...] hem siyaseti dahiliyemiz ve hem de siyaseti hariciyemiz noktai nazarından tedricen mahalli bir idare" kurulacağını bildiren Vekiller Heyeti siyasetinin, bütün bunların müellifi Cumhuriyetin kurucusu ya da kurucularıydı.
Dört: Ülkenin, Kürtler dahil müslim yurttaşları genellikle asimilasyonist, gayrımüslim yurttaşları ise genellikle ve sürekli olarak ayrımcı yurttaşlık pratiklerine maruz kaldılar.
Beş: Kürt meselesinde, bütün bir Cumhuriyet dönemi boyunca asimilasyonist siyasete nazaran epey ikincil kalmış ayrımcılık siyasetinin giderek güçlenebileceği bir döneme girmiş durumdayız.
Şimdi, asimilasyonist ve ayrımcı siyasetlerin dökümüne geçebiliriz.
Asimilasyon
Asimilasyonla başlayalım. Evvela belirtmek gerekir ki, Cumhuriyetin asimilasyonist siyaseti 1925 isyanına bir cevap olarak başlamadı. Kürt meselesiyle, esas olarak asimilasyon vasıtasıyla meşgul olunacağı bir yıl öncesinde belli olmuştu.
1924'te kabul edilen anayasa, ülkede Türklükten başka etnik kimliklerin de var olduğu gerçeğini kabul ediyor, ancak bunların yeniden-üretimine izin verilmeyeceğini beyan ediyordu. Anayasanın giriş/gerekçe kısmı açıktı. Buna göre:
Devletimiz bir devleti milliyedir. Devlet, Türkten başka bir millet tanımaz. Memleket dahilinde hukuku mütesaviyeyi (hukuksal eşitliği) haiz başka ırktan gelme kimseler bulunduğundan bunların ırki mübayenetlerini (başkalıklarını) manii milliyet tanımak caiz olamaz. Kezalik hürriyeti vicdan musaddak (tasdik olunmuş) olduğundan ihtilafı din (din farklılığı, uyuşmazlığı) de manii milliyet addedilmemiştir.
Anayasa açıktı: kolektif hakları Lozan anlaşmasıyla tanınan gayrımüslim azınlıkların haricindeki yurttaşların Türkleşmekten başka çaresi yoktu. Nitekim, kapsamlı bir asimilasyon siyaseti hemen uygulamaya konuldu. Ancak Kürtlerin asimilasyonunun esas olarak ulusal pazar gibi kurumsal araçların istihdamı üzerinden ve 'kendiliğinden' biçimde gerçekleşmediğini belirtmek lazım. Aksine, bu iş çoklukla zorunlu asimilasyon araçlarının devreye konulmasıyla gerçekleştirilmeye çalışıldı.
Cumhuriyetin ne türden zorunlu asimilasyon araçlarını istihdam etmiş olduğu, Cumhuriyetin Kürt meselesiyle mesaisini ve aslında asimilasyon işini de düzenleyen vasıtaların başlıcası olmuş [Birinci] Umumi Müfettişlikçe kaleme alınan raporlarda açıklıkla ifşa edilmiştir. Bu raporları tek tek ele almak mümkün değil. Bu sebeple, bu raporlarda yer bulan malzemeyi tespitler ve öneriler şeklinde iki genel başlık altında aktarmam gerekiyor.
Tespitler: Fırat'ın doğusundaki bölgede Kürt nüfus yoğundur. Bu bölgede yaşayan Kürt nüfusu bir milyondan fazladır ve bölgedeki Türk nüfusu Kürt nüfusun dörtte birinden daha azdır. Gerekli tedbir alınmadığı takdirde, "Fırat'ın şarkındaki vilayetlerimizden sarfınazar etmek mecburiyetinde" kalınabilir.
Umumi Müfettişlik bölgesi içindeki toplam nüfus (muhtemelen nüfusa kaydolmamış bir yüzde onbeşlik kısım hariç olmak üzere) 1.222.113 olup bu nüfusun, 322.267'si Türk, 700.303'ü Kırmanç, 47.880'i Zaza, 107.628'i Arap, ve 23.143'ü Süryanidir. Avni Doğan'ın sözleriyle, "Birinci Umumi Müfettişlik mıntıkasında Türkçe'den başka bir dil ve Türk'ün dileğine aykırı bir dilek hakim bulunmaktadır."
Öneriler: "Türk nüfus ve nüfuzunu hakim kılmak" için "en mühim menzil hatları üzerindeki köylere Türk yerleştirmek ve yeniden Türk köyleri tesis etmek; Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan vilayet ve kaza merkezlerinde Türkçe'yi hakim kılmak; Kürt mıntıkası içinde bilhassa kız mekteplerine ehemmiyet vermek; Fırat'ın garbındaki vilayetlerimizin bir kısmında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtleri Türk yapmak. Van'la Midyat arasındaki hattın batısında, Ermenilerden kalan araziye Türk muhacirleri yerleştirilmek; "Ermenilerden kalan emvalin satılmamasını hatta Kürtlere icar dahi edilmemesini" sağlamak. Kürtlerle meskun bu bölgeye "Yugoslavya'dan gelen Türk ve Arnavutlar'la İran ve Kafkasya'dan gelecek Türkleri yerleştirmek.
Vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair müessesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçe'den maada (başka) lisan kullananları cezalandırmak. Askere alınanların başka bölgelerde askerlik yapmasını sağlamak ve bölgede yerli memur bulundurmamak. Bölgede görev yapan batılı memurları Kürt kızlarıyla evlenmeye özendirmek, bunlardan bölgede yerleşmek isteyenlere arazi vermek; bölgede yerleşik Türk, Kürt ve Aleviler arasında kız alıp vermeyi teşvik etmek. İdari tedbirlerle köylerden çocuk toplamak; Türk kültürü ve temsil esasına müstenit okutma yapmak".
Uygulamalar
Kürtlerin asimilasyonu için Umumi Müfettişliklerce önerilen işlerin ne kadarının gerçekleştirilebildiği epey belirsiz olmakla birlikte, bütün bu önerilerin kağıt üzerinde kalmadığı da muhakkak.
Cumhuriyet, kuruluşunun hemen ardından bürokrasinin geliştirdiği önerileri uygulamak için yola koyuldu. Şeyh Sait İsyanının hemen ardından uygulanan ilk önlem, isyana karışanların aileleri ve yakınlarıyla birlikte batı bölgelerinde iskan edilmesi oldu. Daha kapsamlı bir uygulama 1934 yılında geldi.
Bu yıl kabul edilen İskân Kanunu'nun hedefi, Anadolu'nun demografik kompozisyonunun etnik mülahazalar uyarınca yeniden düzenlenmesi ve Türk olmayan unsurların Türkleştirilmesiydi. Türkleştirme, Türk-olmayanların Türk bölgelerine, Türklerin de Türk-olmayan bölgelere yerleştirilmesi yoluyla gerçekleştirilecekti.
Asimilasyonu gerçekleştirmek üzere başvurulan yegane uygulama zorunlu iskan olmadı. Cumhuriyetin kuruluşunun ardından Türkçe'den başka dillerde yayın ve eğitime, Lozan hükümleri saklı kalmak üzere, izin verilmedi. Nitekim bugün de, mevcut anayasanın 42. maddesi, milletlerarası anlaşma hükümleri saklı kalmak üzere, eğitim kurumlarında, Türk vatandaşlarına Türkçe'den başka bir dilin anadil olarak öğretilmesini yasaklamaktadır.
Kürtçe üzerindeki baskının daha yakın zamanlı örneği 1983 yılında çıkarılan ve 1991 yılında kaldırılan 2932 sayılı yasa oldu. Kürtçe üzerindeki kısıtlamalar eğitim ve yayın alanıyla sınırlı kalmadı. Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan Şark Islahat Planı uyarınca 'açıkta' Kürtçe konuşmak da yasaklanmaya çalışıldı.
Soyadlarıyla, yer adları ve köy isimlerinin Türkleştirilmesini ve çocuklara Kürtçe adlar konmasının yasaklanmasını da aynı fasıldan saymak gerekir. 1934 yılında kabul edilen 2525 sayılı Soyadı Kanununun üçüncü maddesi "[r]ütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleri[nin]" soyadları olarak kullanılmasını yasaklıyordu.
1949 yılında çıkarılan İl İdaresi Kanunuysa, yer adlarının değiştirilmesi yetkisini İçişleri Bakanlığına veriyordu. Bu yetkinin cömert bir biçimde kullanıldığı malum. Keza, 1972 yılında çıkarılan 1587 sayılı Nüfus Kanununun 16. maddesi de doğan çocuklara Kürtçe isim konmasını yasaklıyordu.
Asimilasyon siyasetinin bir başka mümtaz aracı Yatılı Bölge (İlköğretim) Okulları (YİBO) oldu. Bu aracın halen kullanılmakta olduğu malum. Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre, bugün toplam 299 Yatılı Bölge Okulunun 155'i, diğer bir deyişle yüzde 52'si Kürtlerin yoğun yaşadığı illerdedir.
Keza, bu okullarda okuyan toplam 142.788 öğrencinin 84.442'si ya da yüzde 59'u yine bu illerdendir. YİBO'lar, eğitim yoluyla Türkleştirmenin yegane aracı olmadı. Örgün eğitim sisteminin yanısıra, yakın dönemin "Haydi Kızlar Okula", "Baba Beni Okula Gönder", "Okul Öncesi Eğitim" gibi popüler eğitim kampanyalarını da aynı fasıldan saymak gerekir.
Ayrımcı pratikler
Cumhuriyet, Kürt meselesini kural olarak asimilasyon vasıtasıyla çözmek istediyse de zaman zaman ayrımcı yurttaşlık pratiklerine müracaat etmekten de geri durmadı. Bu türden uygulamalar daha ziyade Kürt ayaklanmalarının ardından devreye sokulan tedip ve tenkil siyasetlerinin bir parçası olarak ortaya çıktı.
Zorunlu iskana tabi tutulmak, özel mülklere el konulması, sürgüne tabi tutulmak gibi uygulamaları ayrımcı yurttaşlık pratikleri olarak değerlendirmek mümkün. Esasında, Kürtlerle meskun bölgelerin neredeyse bütün bir Cumhuriyet dönemince Umumi Müfettişlik ya da Olağanüstü Valilik benzeri özel kurumlarca yönetilmesi bu türden ayrımcı uygulamalar için elverişli bir zemin oluşturuldu.
Netice itibarıyla şunu söylemek mümkün görünüyor: Cumhuriyet Kürt meselesini nadiren ayrımcı yurttaşlık pratiklerine, kural olaraksa asimilasyonist yurttaşlık pratiklerine müracaat ederek halletmek istedi. Başka bir deyişle, Cumhuriyet Kürtleri, kural olarak, ülkenin Türk-olmayan diğer müslüman sakinleri gibi müstakbel-Türkler olarak gördü.
Ancak, ülkenin diğer müslim sakinlerinden farklı olarak Kürtler zaman zaman Cumhuriyeti büyük ölçekli isyanlarla rahatsız ettiğinden, Cumhuriyetin Kürtlerin müstakbel-Türkler olduğuna ve Kürt meselesinin asimilasyonla halledilebileceğine dair kanaati zayıfladı. Böyle durumlarda ayrımcı yurttaşlık pratikleri devreye alındı ve Kürtleri ötekileştirici kanaatler ortaya çıktı.
Başlarken de belirttiğim üzere, bu genel durumun bugüne kadar geldiği biçimiyle devam edemeyebileceğinin işaretleri her geçen gün artmaktadır. Kestirmeden söylemek gerekirse değişen şudur: Cumhuriyetin Kürtlerin müstakbel-Türkler olduğuna dair inancı eski gücünü yitirmiştir. Bugün artık Cumhuriyetin, bir kısım vatandaşını "sözde-vatandaş" olarak niteleyebildiği, cenaze törenlerinin üzerinden savaş uçaklarının uçurulabildiği bir iklime girmiş bulunmaktayız.
Bu iklim içerisinde, Kürtlükle, Türklüğe temsili asla mümkün görülmeyen gayrimüslimliğin çeşitli biçimleri arasında münasebet kurulmakta, kimi Kürt şahsiyetlerinin kripto-Yahudiler olduğu iddia edilmekte, AİHM'e başvuran yurttaşlar için "yerli-Loizidular" yakıştırması yapılabilmektedir.
Netice itibarıyla şunu söylemek mümkün görünüyor: Kürtlerin müstakbel-Türkler olduğu kanaati hem popüler hem de resmi düzeyde eskisi denli kuvvetli değil. Bu kanaatten tümüyle vazgeçilmiş olduğunu söylemek elbette ki imkansız.
Ne var ki, Kürt sorununa atfen kullanılan dilin içerisine Kürtler ve gayrimüslimliğin çeşitli biçimleri arasında irtibat kuran tabirlerin sızmış olması, Kürt sorunu etrafında hareketlenen bir kısım yurttaşın sözde-vatandaş olarak nitelenebilmesi, tüm bunlar, Kürt meselesine dair hem popüler, hem de resmi algının değişmekte olduğunu gösteriyor.
Peki bu algı nasıl oldu da bunca zayıfladı; hem de düşük yoğunluklu savaşın hüküm sürdüğü doksanlarda değil de, ikibinlerin ilk yıllarında? Bu sorunun cevabı yakın dönemde Kürt meselesinde neyin yaşanmış olduğunda gizli.
Yeni binyılın ortaya koyduğu ilk çıplak gerçek şu oldu: Cumhuriyet, düşük yoğunluklu savaştan galip çıkmış, ancak Kürtlerin mühim bir kısmının Türkleşmediğini ve Türkleşmeye niyetlerinin de olmadığını anlamıştı. Zannımca, bu genel sonuç, Cumhuriyet nazarında, son Kürt isyanının onyıldan fazla süren bir düşük yoğunluklu savaşa dönüşebilmiş olmasından daha büyük bir düş kırıklığı yarattı.
Türkleşmeye direnenlerin ülke nüfusunun kaydadeğer bir kesimini oluşturması ve büyük kısmının ülkenin belli bir kısmında meskun oluşu yaşanan düşkırıklığını büyüttü. Sonuçta, tek dilli, homojenleştirilmiş bir kültürün egemen olduğu bir ülke-ulus inşa etme ülküsünün peşindeki Cumhuriyet, kabullenilmesi imkansız bir gerçekle yüzyüze kalmıştı: Ülkede, Türklükten gayrı, dil ve toprak birliğine sahip ikinci bir unsur mevcuttu ve bu mevcudiyete onlarca yılın sonrasında dahi son verilememişti.
Cumhuriyet, adeta, bir paralel-ulus durumuyla karşı karşıyaydı. Cumhuriyetin, Kürt meselesine, bu mesele etrafında hareketlenen Kürtlere dair geleneksel algısının zayıflamasının ilk ve en önemli sebebi bu oldu.
İkibinlerde yaşanan iki mühim gelişme, Avrupa Birliği üyeliğine adaylık ve Irak'ta oluşan yeni durum, Cumhuriyetin karşısına dikilen bu tahammül edilemez durumun geriye çevrilmesini iyice güçleştirdi.
Türkiye'nin AB'ye adaylık serüveninin ciddiyet kazanmış olmasıyla birlikte Kürt yurttaşların Türklüğe asimilasyonunun eskisinden de zor olacağı belli oldu. Biraz ihtiyatla kaydetmek gerekirse, asimilasyon siyasetinin büyük hacimde, hele de tedip ve tenkil gibi araçların gölgesinde gerçekleştirilmesi artık zor. Dahası, tam da tersi bir durumun önü açılmış görünüyor.
Türkiye, AB rayında ilerledikçe ya da AB rotasında kaldıkça, şu ya da bu biçimde Kürt kimliğinin gerçekleştirilmesini ve yeniden üretilmesini mümkün kılacak düzenlemelerin önünü açmak durumunda kalacak görünüyor. Bu ihtimali Cumhuriyeti bir süredir tedirgin eden olgular setiyle birlikte düşündüğümüzde meselenin 'ciddiyetini' idrak etmek zor değil.
Türklüğe asimile edilememiş, toprak ve dil birliğine sahip kaydadeğer büyüklükte bir yurttaşlar topluluğunu oluşturan Kürtler, AB yolunda ilerleyen bir Türkiye'de Türklüğün dışında bir etno-kültürel kimliğe sahip olma hallerini geri dönüşsüz bir biçimde pekiştirebilecek görünüyorlar.
Bütün bu durumun Cumhuriyetin yüzyılda geliştirmiş olduğu vizyonun tamamen dışında, onunla çelişen bir resme hayat verdiği aşikar. Avrupa Birliği (AB) yolundaki bir Türkiye'de Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti'ne sadakatinin eski araçlarla, hele de asimilasyon vasıtasıyla sağlanması gittikçe güçleşecek görünüyor. AB'ye üyelik ihtimali etrafında oluşan bu durum, Cumhuriyetin Kürtlere dair geleneksel algısının çözülmesine yol açan ikinci önemli sebep oldu.
Irak'ta oluşan duruma gelince... Kürtlerin bir kısmı, bir süredir, tarihleri boyunca ilk kez 'kendilerinin çekip çevirdiği' bir siyasi otoriteye tabi olarak yaşıyor. Bu yeni durumun Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Kürtleri nasıl etkileyeceği henüz muamma olsa da, Kürt yurttaşların Cumhuriyet'le olan yabancılaşmalarını daha da kışkırtabilecek olması yabana atılabilir bir ihtimal değil.
Ötesi, bu durum, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Kürtleri, etno-kültürel kimliklerine sahip çıkmak ve dolayısıyla Türkleşmeye direnmek yolunda yeni araçlarla ve tabii ki özgüvenle de donatabilir. Nitekim, bu minvaldeki ilk işaretler alınmış durumdadır.
Ayrıca, Türkiye Kürtleriyle Irak Kürtleri arasında, sınırdaşlıktan ötürü derinleşmesi mukadder görünen 'alışveriş' de bahsi geçen özgüveni pekiştirebilir. Neticede, Irak Kürtlerinin edindiği yeni statü de Cumhuriyetin Kürt meselesine dair geleneksel algısını zayıflatan belli başlı sebeplerden oldu.
Sonuç
Kürtlere ve Kürt meselesine dair algıda yaşandığını öne sürdüğüm dramatik dönüşüm bütün bu süreçle ilgili. Bugün Cumhuriyet, Kürtlerin bir kısmının sadık yurttaşları olup olmadığına dair epeyce tereddüt biriktirmiş durumdadır.
Geçmiş tecrübeler, özellikle de gayrimüslim yurttaşlarla yaşananlar hatırlandığında, bu durum Kürtlerin de kapsamlı ve sürekli bir biçimde ayrımcı yurttaşlık pratiklerine maruz kalacaklarını mı gösteriyor? Ülkenin gayrimüslim yurttaşları gibi, Kürtleri de Kanun-i Esasi Türklüğü ya da sözde vatandaşlık mı bekliyor?
Bu soruya kategorik olarak evet ya da hayır demek zor. Çünkü, evvela Kürtlerin müstakbel-Türkler olduğuna dair geleneksel algı henüz tümden çözülmüş değil. Haddizatında, Cumhuriyet, bir zamandır yeni bir asimilasyon kampanyasının peşine düşmüş gibidir.
Son dönemde neredeyse tümden Kürt illerinde ya da Kürtlerin yoğun yaşadığı mahallerde ve özellikle kız çocuklarına yönelik olarak uygulamaya konan "Baba Beni Okula Gönder", "Haydi Kızlar Okula" ve "Okul Öncesi Eğitim" gibi kampanyalar bu açıdan bilhassa önemlidir.
Görünen o ki, Cumhuriyet Kürtlerin asimilasyonu işine, bu kez 'sivil toplumu' da harekete geçirerek ve daha enerjik ve 'teknik' bir biçimde devam etmek niyetindedir. Bütün bu enerjik kampanya Cumhuriyetin asimilasyon siyasetine olan inancının halen devam ettiğini gösteriyor olsa gerek.
Öte yandan, Kürtlerle siyasi topluluk arasındaki mevcut yabancılaşmanın bugünden yarına ortadan kalkabileceğine dair işaretler henüz mevcut değil. Kürtlerin mühim bir kısmı etno-kültürel bir durum olarak Türklük dairesinin dışında kalmakta ısrar ederken, Cumhuriyet siyasi topluluğu etno-kültürel topluluğa indirgemekten vazgeçecek görünmüyor.
Bu durumda, bahsi geçen yabancılaşma olduğu kadar, Kürt yurttaşların sadakatine dair tereddüt devam edecek görünüyor.
Bu durumda, görünen o ki, Cumhuriyetin Kürtlere ve Kürt meselesine dair algısı bir müddet daha, müstakbel-Türkler olarak Kürtler ve sözde-vatandaşlar olarak Kürtler kıskacında kalmaya devam edecek. Kürtlere dair bu iki algı kalıbı, bir süre daha paralel olarak işleyecek gibi.
Bu kıskaçtan çıkış, bir üçüncü algı mümkün müdür? Cumhuriyet, bir gün gelip de Kürtleri etno-kültürel topluluğun parçası olmaya, diğer bir deyişle, Türklüğe mecbur etmeden, Kürtlere asimilasyonu şart koşmadan, onları yurttaşlar topluluğunun, siyasi topluluğun muteber mensupları olarak görecek midir?
Cumhuriyet, etno-kültürel topluluğa indirgenmemiş bir siyasi cemaat fikrine rıza gösterecek midir? Kürt meselesinde günün büyük sorusu budur. (MY/BA)
* Doç. Dr. Mesut Yeğen'in (Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İdari Bilimler Fakültesi, Sosyoloji Bölümü) yazısı, 11-12 Mart 2006 günlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde düzenlenen "Sivil ve demokratik çözüm arayışları- 1 Türkiye'nin Kürt Meselesi" konferanstaki konuşmasının metnidir.