“Cumhur”a yani ahali’ye, “Reis” yani başkan arıyoruz. Çünkü “başkan”sız ve “baş”sız olamayacağımızı zannediyoruz.
Üç aday var karşımızda: İlki; “baş” olarak saygının bir gereği olarak kendisine biat edilmeyi emreden, sevgiyi ise biat edilen “baş”ın keyfiyetine bırakılmasını isteyen ve mevcut “baş”ın yetkilerinin de ötesini talep eden otoriter ve hükmedici bir baba –daha doğrusu şef olmaya niyet etmiş bir baba...
İkincisi; şef olmayı istemeyen, ancak “baş”a saygının gerekli olduğunu söyleyen ama “baş”ın da sevgi gösterileriyle bu saygıyı kazanması için çabalaması gerektiğini söyleyen bir baba…
Üçüncüsü; bedenin organlarına serbestlik getirmeyi ve bu sayede “baş”ı güçsüzleştirmeyi hedefleyen baba olamayan ve olmak da istemeyen bir erkek…
Elbette şef olmaya niyetlenmiş otoriter “baş” kazanacak bu yarışı. Çünkü cumhur’un reis’liğine en layık baba O. Çünkü “baş”lık makamının kurucu otoritesini en iyi O biliyor. Tabiri caizse tarihten en iyi dersi O çıkarmış. Çünkü tarih, Kılıç Ali’nin sözleriyle bugüne seslenir ve der ki; “Mustafa Kemal Selanik’te Tevfik Rüştü Aras, Nuri Conker, Salih Bozok beylerle birlikte Olimpiyos birahanesinde otururken, devletin dış siyaseti bahis mevzu olunca, Nuri Conker’e dönerek şunları söylemiştir:
“Doktoru (Tevfik Rüştü Aras), Hariciye Nazırı yapacağım. Bütün falsoları ona tamir ettireceğim.”
Nuri Bey latife ederek sormuş: “Demek sen Doktoru Hariciye Vekili yapacaksın. O halde ya beni?”
“Seni de vali kumandan yaparım.”
Bu konuşmaya Salih Bozok da karışarak: “Her halde beni de bir şey yaparsın?” deyince Mustafa Kemal Paşa biraz düşündükten sonra
“Salih seni de yaver yapacağım ve yanımdan hiç ayırmayacağım.” demiştir.
Nuri Bey dayanamayarak “Allah’ını seversen sen ne olacaksın? Hepimize görev taksimatı yapıyorsun.”
Mustafa Kemal Paşa gülerek, bu görevleri kim dağıtabilirse ben o olacağım” demiştir.”[1]
Özetle paniğe gerek yok; Cumhuriyet’in korporatist zihniyeti bugün itibariyle hâlâ yürürlükte: Türkiye toplumu bir beden ve o beden için en iyisini “baş” biliyor.
Bu ortamda elbette herkes haddini bilmeli ve ayaklar “baş” olmaya kalkışmamalı. Hem zaten Cumhur için en iyi rejim de böyle kurulmamış mıydı: “Diğer misafirlerini gönderdikten sonra Mustafa Kemal, İsmet İnönü ile kanun metnini hazırlamışlardır. (…) Mustafa Kemal tarafından hazırlatılan kanun 29 Ekim 1923 tarihinde Teşkilatı Esasiye kanununun bazı maddelerinin değiştirilmesi başlığı ile Büyük Millet Meclisinin onayına sunulmuştur.” Hazırlanan Kanun’un birinci maddesi Türkiye Devleti’nin şeklinin Cumhuriyet, ikinci maddesi resmi dilin Türkçe, onbirinci maddesi de devletin reisinin Türkiye Reisicumhuru olduğunu hükme bağlamıştır. Tahmin edileceği üzere Meclis’te yapılan oylamaya katılanların tamamının olumlu oyuyla da Mustafa Kemal, cumhur’un reisi olmuştur.[2]
Geçmiş tarihin aksine çağın ruhu da şef olmak isteyen babanın cumhur’un reisi olması gerektiğini söylemekte.
Ahmed Arif’in dizeleriyle söyleyecek olursak; fukaralıktan utanılan, fidelerin üşüdüğü ve korkunç atlıların alkan içerisinde bıraktığı bu topraklarda bir başına kalmak insanın başına gelebilecek seçeneklerin en kötüsüdür. Çünkü yalnızlık ölüm demektir bu topraklarda. O nedenle yalnız kalanlar, her daim kendilerini koruma altına alacak bir baba aramışlardır bu coğrafyada. Kimsesizlerin kimsesizi olamayan bu cumhuriyette ve alta kalanın canının çıktığı bu neoliberal uygarlıkta yalnız kalanlar, ancak muktedir olan babaya benzeyerek makûs kaderlerini aşabileceklerini zannederler. Kapitalizmin kahredici soğuğunda insanlar güçten ve dolayısıyla hayattan düştükçe “otorite aşkı” serpilip boy verir zihinlerinde: eşitsizliğin hüküm sürdüğü ve zayıfların yok edildiği bu dünyada baba gibi güçlü, muktedir ve hükmedici olma fantezileri kurulur imgelerde. Çünkü her insan var olmak, görülmek ve yaşamak ister ama Albert Camus’un ifadesiyle “Tanrısı ve efendisi olmayan insan için yalnız geçen günlerin ağırlığı berbattır”.
Oysa baba güçlüdür –tıpkı Tanrı gibi. Tektir –tıpkı Tanrı gibi. Gizemlidir –tıpkı Tanrı gibi.
Ama aynı Tanrı gibi baba da bir ve tek olmak ister. Bu bağlamda tebaasının tüm düşünce ve eylemlerini bünyesine alıp onları özünde eriterek teklik ve tamlık orgazmı yaşamayı arzular. O nedenle herkesin ama herkesin kendisinde temsil olmasını ve dışarıda hiçbir şeyin kalmamasını hedefler. Çünkü babaya göre insan olmanın eksikliği ancak böyle aşılacak ve tamlık orgazmı ancak böyle yaşanacaktır. O yüzden kendi bireysel travmalarını toplumun sosyal travmalarıyla başarılı biçimde hercümerç edebilenler baba olabilir. Kurucu iktidar olarak her baba, kendisini tam olarak kurmanın yolunun, ancak dışarıya nefes alabilecek bir pencere dahi bırakmadan herkesi içine alacak bir toplumsal bedeni var etmekten geçtiğini bilir.
Ne ilginçtir ki, kendisini hâkim kıldığı ve “baş” ilan ettiği andan itibaren bedenin diğer organlarının “baş”a olan korku ve şüphesi yerini aşka ve inanca terk eder. Artık bedenin diğer “parça”ları bütüne ve tamlığa ulaşabilmek için babanın işaret ettiği yolda kendilerini ona adarlar. İnsan olmanın getirdiği eksiklik ve zayıflıklar, babanın tam ve tek bedeninde ve her şeyin mümkün olduğu bir zeminde aşılır. İşte bu yalancı aşma nedeniyle herkes kendi “ben”inden bir parçasını babada görür ve bu nedenle babaya yönelen her eleştiri ve kem sözü kendisine edilmiş sayar. Zaman içerisinde babanın bedeni bir idealizasyon fetiş nesnesi haline dönerken, o bedene yönelen her söz “kötü”, o varlığa karşı çıkan her ölümlü ise “düşman” olarak kodlanır. Toplumsal paranoyanın vardığı nokta; gerçekte olmayan anlamlar yüklenmiş bir bedeni korumak uğrana “iyi”lerin “kötü”lere karşı -hem de dün itibariyle en yakında olanlara dahi- savaş açmasıdır: artık babaya söz söyleme cesaretini gösteren dünkü dostların bile inlerine girilme vakti gelmiş demektir.
Heyhat... babaya sergilen bu koşulsuz itaat ve otoritesine dahil olma arzusu, bu arzuyu yaşayanlarda da baba olma arzusunu var eder. İktidarın, otoritenin ve tahakkümün olduğu her yerde direniş de vardır –hem de iktidara, otoriteye ve tahakküme biat edenlerde. Bu nedenle bütün ve tam olmaya heveslenen her baba er ya da geç öldürülür –hem de en yakınları tarafından. Ve biliyoruz ki, bu ölümün pek çok yolu vardır: en güzeli er ya da geç öldürüleceğini bilen, yani tarihin bu hakikatine vakıf olmuş babanın kendisinin öldürülmesine izin vermesidir. Aksi durumda çok gözyaşı ve kan dökülecek ama sonuç değişmeyecektir.
Hâsılı kelam; insan olmaya çalıştığımız bu uygarlıkta kendimizden utanmamak için iki yol vardır: ya baba adına savaşırız ya babaya karşı savaşırız. Tarih, babalar arasında seçim yapmaya kalkışanların ve baba adına savaşanların er ya da geç utanacağını göstermiştir. (OE/HK)