19 Ekim tarihli Yeni Yaşam gazetesinin internet baskısından alınmıştır.
Irak ve Suriye tezkereleri geçti. Erdoğan’ın TBMM’deki kolu AKP-MHP eksenli Cumhur İttifakı ve CHP’nin sırtına binerek TBMM’ye doluşmuş, İYİ Parti, Deva, Gelecek ve Saadet Partisi milletvekillerinin oluşturduğu “milliyetçi-mukeddesatçı cephe” Cumhurbaşkanı’na “Türk Silahlı Kuvvetlerinin gerektiği takdirde sınır ötesi harekat ve müdahalede bulunmak üzere yabancı ülkelere [bu kapsamda Irak ve Suriye’ye] gönderilmesi ve aynı amaçlara matuf olmak üzere yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması, bu kuvvetlerin Cumhurbaşkanının belirleyeceği esaslara göre kullanılması ile risk ve tehditlerin giderilebilmesi için” iki yıl daha yetki verdi.
"Koloni" rejimi inşası
TSK’nin Suriye’deki varlığının yalnızca “asker bulundurma”dan ibaret olmadığı, esasen önceden Kürt nüfusun yaşam alanları olan Êfrin, El Bab, Azez, Cerablus, Jindires, Rajo, Girê Spî (Tel Abyad) ve Sere Kaniye (Ras al-Ayn) gibi kentler başta olmak üzere bini aşkın yerleşim birimini kapsayan 8 bin 835 kilometrekarelik bir alanda, idare, yargı, eğitim, yerel yönetim, güvenlik ve savunma dahil bütün kamu görevlerinin Ankara’dan atanmış memurlara devredildiği, bu bölgelerde uluslararası hukukta ve iç hukukta hiçbir meşruiyeti olmayan bir “koloni” rejimi inşa edilmekte olduğu bilinen bir gerçek.
Öte yandan, “muhalif” adı verilen, 2011’de Şam rejimi devrilerek İslami bir rejim kurulması hedefiyle Türkiye ve ABD desteğiyle ayaklandırılan ve yenilerek mevzilerinden sökülmüş ve Suriye resmi yönetiminin idaresi dışında İdlib ve Halep vilayetlerinin bir bölümüne yerleştirilmiş cihatçı güçleri Rusya ile mutabakat halinde “silahsızlandırma” adı altında korumakla görevli TSK birimleri de bu vilayetlerdeki 12 “ateşkes gözlem noktası”nda konuşlu.
Özetle Türkiye, Suriye’de 16 yıldır, BDP-HDP-Yeşil Sol dışında hiçbir siyasal partinin kategorik olarak karşı çıkmadığı -kısa aralar dışında desteklemek için gerekçe bulmakta da güçlük çekmediği- bir işgal sürdürüyor. Irak’ta ise sivil nüfus arasında Suriye’de olduğu ölçüde “teşkilatlı” olmayan ama 2007’den bu yana Bağdat hükümeti ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bilgisi ve “hoşgörüsü” altında sınırdan yaklaşık 20 kilometre içerde kurulu ana üs Bamerni ve ona bağlı Seramiş, Kanimasi, Begova, Amediya ve Batufa'daki askeri “koloniler”in yanı sıra Metina ve Avaşin-Basyan bölgelerinde süre giden “Pençe” harekatları kapsamındaki hareketli bir askeri varlık, Irak ve Suriye’de gelip geçiciliğin çok ötesindeki yeni askeri-politik statükonun de facto ifadeleri.
Uzayan savaş
Yukarıdaki tablo bu köşede daha önce de ifade edildiği gibi, Ankara’nın, bütün merkez “muhalefet” güçlerini de yanına çekerek sürdürdüğü “uzayan savaş” stratejisinin eseri. Bu stratejinin dayanaklarını Erdoğan şöyle özetlemişti: “Bugün Kamışlı’da, Resulayn’da, Tel Abyad’da, Aynelarab’da, Cerablus’ta, Münbiç’te, El Bab’da, İdlib’de vermediğimiz savaşı, Allah göstermesin yarın Şırnak’ta, Mardin’de, Şanlıurfa’da, Gaziantep’te, Hatay’da vermek zorunda kalırız. Çünkü karşımızdaki senaryonun asıl hedefi Suriye değil, Türkiye’dir. Suriye’de istediklerini alanlar namluları hemen Türkiye’ye çevirecektir.”
Doğru veya yanlış bu akıl yürütme Türkiye’nin iç ve dış politikasına egemendir. Ancak daha önce de ifade edildiği gibi “Ankara’nın Kuzey’deki direnişi yok etmek üzere Kuzey’in Batı ve Güney Kürdistan’daki varlık ve etkisini kendi askeri gücüyle yok etme taktiği (veya stratejisi) sınırlarına ulaşmıştır […] Erdoğan rejimi [artık] Kürtlerin Batı ve Güney Kürdistan’daki milli imkan ve kabiliyetlerinin Kuzey’e yönelmesine set çekmek üzere Irak ve Suriye devletleriyle [ve “silahlı muhalefet” ile] ekonomik ve siyasal menfaatlerle dengelenecek yenilenmiş bir anti-Kürt pakt [peşindedir].”
Yabancı silahlı kuvvetler?
Irak-Suriye tezkerelerinin önceki hiçbir versiyonunda yer almayan “yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması” ibaresinin son tezkereye girmesi, Ankara’nın önümüzdeki dönem farklı siyasal kombinasyonlara göre -özellikle Rojava ve Başur’daki kolonilerindeki “vekil” güçlerden, Irak ve Suriye “özel kuvvetleri”ne, ve belki Wagner gibi özel askeri şirketlere kadar varabilecek- değişken çoklu askeri ittifaklarla ortak harekatlar peşinde olabileceğini düşündürüyor.
Bu gelişmeler karşısında demokratik muhalefetin çantasında Erdoğan rejimini Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümü için “TBMM çatısı altında müzakere”ye davet dışında bir “dosya” olmaması önemli bir eksiklik. Demokratik muhalefet, TBMM ve yürütme gücü arasında geçmişte mevcut olan denge-denetleme ilişkisinin 15-20 Temmuz 2016 darbesiyle çökertildiğini, “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nin metapolitikalar bağlamında artık TBMM onayıyla koşullanmadığını, bu düzenlemenin “sistem”in alameti-i farikası olduğunu unutmuş görünüyor.
Öte yandan “TBMM çoğunluğu”nun “uzayan savaş” stratejisinin yanında yer alma mahcubiyetinden tamamen sıyrıldığı bir dönemde TBMM’yi “Kürt Sorunu”nun “çözüm zemini” olarak sunmanın hem “barış dinamikleri” hem savaş rejimi açısından ne ölçüde inandırıcı olabileceği de ayrı bir mesele.
"Aşağıdan çözüm"
Demokratik muhalefetin Erdoğan’ın “çözüm ve müzakere” sürecini çökerttiği 2015’ten başlayarak “faşizmin kurumsallaşmasını durdurma” stratejisinin bir fonksiyonu olarak formüle ettiği “aşağıdan çözüm” hedefinin 2023 seçimleri itibarıyla henüz gerçekleşmemiş olması, hükümet üzerinde hiçbir yaptırım gücü olmayan TBMM’yi neden sekiz yıl sonra “barışın çatısı” kılsın?
"Toplumsal barış" ve "toplumsal kurtuluş"
İşgalciliği, anti-Kürt koalisyonu, Kürdistan’ın kolonizasyonunu TBMM’de teşhir bir şey, TBMM’yi “çözüm mecrası” olarak sunmak bambaşka bir şeydir. O, TBMM, “kediye göre budu”, 2015 öncesinde kısmen vardı. 15-20 Temmuz darbesiyle ortadan kaldırılmış olduğu halde TBMM merkezli bir siyasal rejim halen varmışçasına TBMM’yi “çözüm” zemini olarak sunmak, dikkatleri “aşağıdan çözüm” hedefinden uzaklaştırdığı nispette, hakiki bir “çözüm”ün olanaklarını araştırmayı güçleştiren bir perdeye dönüşme riski de taşıyor.
“Toplumsal barış” ve “toplumsal kurtuluş” arasındaki köprüleri, paydaşları da kapsayacak şekilde, toplumsal alandan yükselen tazelenmiş bir “barış hareketi”yle yeniden kurarak kapılarına dayanmadıkça TBMM’nin “çare ve çözüm çatısı” olamayacağında anlaşmak, “çözüm”ün gerçek çarelerini aramaya başlamak için gerekli zihin açıklığının başlangıcı olabilir. Bu da az şey sayılmaz.
(AEK)