- Milönü mahallesinin girişinde seni bekleyecekler. Al makinanı yanına, o yöreye giden bulabildiğin ilk otobüse bin.
- Oradaki arkadaşlar gereken yardımı gösterirler, zaten onlarla kalırsın. Fazla bi ihtiyacın olmayacak.
- Bana bi teleobjektifli kamera gerek...
- Bir iki yeri arayın bakalım çocuklar...
- Tamam Orman Mühendisleri Odası'nda bi tane varmış, hadi biriniz kapıp gelsin.!
Bürodan çıkıp garajlara nasıl gittiğim, Çorum'dan geçen bir otobüste nasıl yer bulduğum, o yolculuğun nasıl geçtiği hiç aklımda değil.
Ancak o gün, o saatte Çorum'da otobüsten tek inen bendim.
Öğle vakti.
Çorum yanıyor.
''Garajlardan çık, ana caddede ilk barikata kadar yürü, ben seni bekleyeceğim''
Garajlar... Garajlarda kimsecikler yok.
Garajlarda bir ben.
Hava sıcak.
Üzerimde ağabeyimden bana kalan astarsız, gri yazlık bir ceket, kısa kollu mavi bir gömlek. Omuzumda kara deri bir çantada iki fotoğraf makinası. Birinde teleobjektif var.
Cebimde Konya Hadim Nüfus idaresinden verilmiş kafa kağıdı ve mavi bir karton karta yapıştırılmış bir fotoğrafım yanında büyük harflerle BASIN yazılı. İSTA haber Ajansı. Adım Soyadım... Dönüş yol parası...
Uzaktan silah sesleri geliyor.
Garajlardan çıkıp sola dönüyorum ve yürümeye başlıyorum.
Çorum'da sokağa çıkma yasağı ilan edildi ama herkes sokaklarda. Anayolları asker tutmuş.
Anayolda yürüyorum.
Durup bir iki fotoğraf çeksem mi? Hele şu askeri barikatı bi aşayım...
- Dur!
Durdum.
- Ben gazeteciyim.
- Kimlik!
....
- Ben de gazeteciydim sivilken.
....
- Nereye gidiyosun?
- Oraya!
- Orada olaylar var.
- Tamam ben de olaylar yüzünden buradayım işte.
- Hadi git bakalım...
Askerler zaman zaman sokak aralarındaki insanların ana caddelere çıkmasını önlemek için havaya ateş açıyorlar.
Ben sokak aralarına baka baka bana çok uzun gelen yolu katedip Milönü mahallesine geldiğimde barikatın önüne çıkan güler yüzlü Nesimi'yle kucaklaşıyoruz.
Otuz yılı aşkın bir süredir, ne adını ne yüzünü unuttuğum Nesimi ile tanıştığımız dönem konusunda şu anda kafam karışık.
Bu bizim Genç Sosyalistler Birliği dönemine de gidebilir, İlerici Gençler Derneği de olabilir.
Hayatta tek tanıdığım Çorumlu Nesimi ile bir barikat önünde buluşuyoruz. Tek kolu sakat olduğu için onu sımsıkı kucaklayan ben oluyorum.
Sokak başlarındaki barikatlarda ellerinde av tüfekleri, baltalar, nacaklar kadınlı erkekli insanları geçip, bahçe içinde tertemiz bir eve geliyoruz.
Selam sabah, hoşgeldinler... Neden, nasıl oldular...
- Çıkalım dolaşalım, bir iki fotoğraf da çekelim.
- Yemeği diğer dostların evinde yiyeceğiz...
Nesimi ile yürüyoruz.
O bana MHP'li [Milliyetçi Hareket Partisi] faşistlerin yıllardır Çorum'da düzenledikleri tezgahları, bütün demokrat ve sol güçlerin bir arada olduğu, alevisi-sünnisiyle güçlü bir sol cepheye karşı provakasyonun nasıl başladığını, nasıl hızla Alevi-Sünni çatışmasına döndürüldüğünü anlatıyor.
Ben barikatlarda kaygulu, ama korkusuz yaşlı, genç insanlara bakıyorum. Fotoğraflar çekiyorum.
Sonra bir eve geliyoruz. Bahçe içinde üç-dört katlı bir apartmana.
En yukardaki daireye çıkıyoruz.
Ayakkabılarımızı çıkarıyoruz.
Dedelerin, ebelerin ellerini öpüyoruz. Yer sofrası kurulmuş, yemek hazır...
''Muhabbet asıl şimdi başlayacak'' diyorum. Oturuyoruz.
Daha ilk lokmayı yemeden dışarda gürültüler, silah sesleri, ''etrafınız sarılı çıkın dışarı,'' anonsları... Havaya açılan, evin pervazına gelen kurşunlar...
Evde büyük bir hızla ve sessizlikle erkeklerin bellerinden, kadınların şalvarlarına el değiştiren silahlar...
Havaya ateş devam ediyor.
Çıkın dışarı!
- Tamam mıyız?
- Çıkacağız.
- Panik yok!
- Tamam, önce yaşlılar!
Merdivenleri tek sıra iniyoruz. Önce sakallı dedeler, sonra Nesimi, sonra ben, benden sonra iki kişi daha. Sanırım yedi kişiyiz.
Kapıdan dışarı adım atan ''yat yere'' emrine uyuyor, eller kafada.
- Ben gazeteciyim.
- Yat yere!
Tekmeler, dipçikler. Ayak bileklerime basıyorlar, kafamı dipçikler yerde tutuyorlar.
Ayak bileğimi kanatana kadar basanın beni birkaç saat önce karşılayan ''sivilde ben de gazeteciydim'' diyen çavuş olduğunu görüyorum.
Üzerlerimiz arandı, ev aranıyor.
Ayağa kalkıyoruz.
Tek sıra halindeyiz.
Bir subay, elinde bir tabanca yüzüme bakıyor.
Bir asker çağırıyorlar, koşar adımlarla geliyor.
''Evet buydu komutanım'' diyor selamı çakıp gidiyor.
- Askerler evi sardığında çatıdan bahçeye bu tabanca atılmış, sen atmışssın!
- Abi, komutanım ben gazeteciyim, Ankara'dan geldim, bak benim üstümü arayan asker burda. İşte basın kartım. Parmak izi alalım.
- Aç bakayım avuçlarını!
- Ya böyle parmak izi alınır mı?
- Konuşma, şahit var... Alın bunların hepsini nezarete!
Askerlerin arasında marş marş, eller kafada tek sıra yürüyoruz.
Konuşmak yasak. Dipçik yemek serbest.
Bir süre yürüdükten sonra, içinde gözaltına alınmış üç beş kişinin daha olduğu askeri bir otobüse bindirilmeden önce, bizi uzaktan gören TRT ekibi bir taraftan çekim yapıyor, bir taraftan yanımıza geliyor.
Aşina olduğum ancak bir yakınlığımın olmadığı bu arkadaşlara alel acele durumu izah ediyorum ve Ankara'ya bir haber uçurabilseler diye ümitleniyorum.
Çok kısa süren bu karşılaşmaya çok seviniyorum.
TRT'li li arkadaşlar, benim gazeteci olduğumu söylüyorlar.
Yüksek rütbeli bir subay elinde tabanca(m), ''Gastecilerin hepsi valilikte'' diyor.
Asker gene geliyor.
Çakıyor selamı ''Emret komutanım''
''Evet buydu komutanım'' diyor, çakıyor selamı gidiyor.
Otobüse bindiriliyoruz.
Güzergah Çorum-Merzifon Amasya Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından hapishaneye çevrilmiş Çorum Eğitim Enstitüsü.
Sınıflar ranzalarla dolu. Her ranza salkım saçak insan yüklü. Her sınıfta yüzü aşkın insan.
Açlık, yorgunluk, öfke, korku, nefret, kin, barış, umut, sevgi herşey bir arada.
Otobüsten indirilirken ellerimiz havada askerlerin oluşturduğu bir koridordan ifadelerimizin alınacağı birinci kata kadar dipçikli, tekmeli, bol küfürlü bir sıra dayağından geçiyoruz.
İfadelerimiz alınıyor ayrı ayrı.
Anlatıyorum..
Ankara.. Haber Ajansı... Görev... Olay yeri... Ankara'dan arkadaşım Nesimi... Ev ziyaretleri, röportajlar...
İfadeyi yazıyorlar.
Odada Çorum'da beni ilk karşılayan ve sivilken gazeteci olduğunu söyleyen çavuş da var
- Bu tabanca senin! diyorlar.
- Kabul et, sonra savcılıkta reddedersin.
- O tabancayı hayatımda görmedim ve elimi sürmedim.
İfade yazılıyor...
''... askerler içeri gelince heyecanlandım ve tabancamı pencereden dışarı attım''
- Bak şahit var, imzalayana kadar döveriz seni, sen gel kabul et savcılıkta reddedersin!
Savcılıkta reddederim.
Basıyorum imzayı.
İçerden çıkıp Nesimi'ye silahın üzerimde kaldığını söylüyorum.
- Nasıl kabul edersin?
- Savcılıkta reddederim.
İfadeler veriliyor.
Bize ayrılan sınıfta yaklaşık yüzü aşkın insan altlı üstlü ranzalarda, yerlerde gruplar halindeler.
Herkeste bir kaygu, fısıldaşmalar. Nereye geldiğimizi bilmiyoruz.
Acaba ''bunlar bizden mi''?
Dehşete düşüyorum.
- Korktum, korka korka kabul ettim.
- Ayak bileğim kan içinde!
- Neye niyet neye kısmet!
- Savcılığa ne zaman gideriz acaba?
- Belki de buradan hapishaneye?
- Olur mu canım, daha bunun mahkemesi var.
- Parmak izi var...
- Ya cinayet işlendiyse o tabancaylan?
Tabancanın askerler evi sardığında çatıda nöbet tutan ve benim eve gelişimde tanıştığım ''mavi gömlekli''
bir genç tarafından bahçeye atıldığı konuştuklarımızla açığa çıkıyor.
Tabanca temiz, yıllardır o evin sahibine ait.
Biz dışarı çıkar çıkmaz askerler benim üzerime yüklendikleri için ve bir asker de başka mavi gömlekli görmediğinden ''budur mutlaka'' deyip selamı çaktığından, tek şüpheli bendim, şimdi tutukluyum. Üstelik bir de kapı gibi ifadem var; ''askerler kapıdan girdiğinde heyecanlandım ve tabancamı pencereden dışarı attım''.
- Peki o mavi gömlekli nerede?
- Herhalde o çatı arasında gizlendi ve hiç inmedi.
- Benim kameralara ne oldu acaba? Keşke onlarla inseydim, kırarlardı belki...
- Üstelik teleobjektifli olan ödünç Orman Mühendisleri Odası'ndan.
Saatler geçmek bilmiyor.
Açız.
Açlık ve ter kokuyor insanlar. Tıklım tıklımız...
Arada bir, bir asker gelip bazı isimler okuyor ve üç beş kişi çıkıyor dışarı. Geri geliyorlar acı içinde. Kaba dayak. Sıra dayağı.
Kapı açılıyor, asker isimleri okuyor, bu kez okunan isimlerin arasında ben de varım. Kaçacak delik yok. Dayağı yiyip geleceğiz.
Yedi sekiz kişi çıkıyoruz. Küçük bir odaya alınıyoruz. Sıradayız. Sorgu sual yok. Ama küfür bol. Başımızda dört beş asker,
ellerinde kara lastik coplar...
-Açın lan avuçlarınızı!
- .....
Her avuca beş kere...
İşte tam o anda, tam sıra benden bir öncekine geldiğinde, sol yanımda duran uzunca boylu, bıyıklı, orta yaşlı bir adam askerlerden birine işaret ederek
''Sen ... köyünden değil misin, senin babanın adı .... değil mi ?'' diye soruverdi...
Askerin eli havada...
Hayat durdu. Tık yok.
Nefes almak yok.
Ama bu kez özür dileyen ağlamaklı bir asker var karşımızda...
- Abi bize emir yukardan geldi. Abi... Vallahi de billahi de... Abi....
Coplar, coplama durdu.
Sınıfa geri dönüyoruz.
Kapı açılmadan önce koridora öğüre öğüre kusuyorum.
Askerlerden biri koşarak, su dolu bir kova paspas getiriyor.
Ben bir süre daha öğürüyorum.
Bi şey çıkmıyor ama durduramıyorum. Hem öğürüyorum, hem paspaslıyorum.
Elimi yüzümü yıkamamı söyleyen askerle tuvalete gidiyoruz.
- Hepimiz emir eriyiz, allah kurtarsın, diyor.
Koğuşa dönüyorum.
Coplamanın durduğuna herkes çok seviniyor.
- Bunun bir de sivilliği var dedim, diyor.
- Dedi, diyorum.
- O anladı, diyor,
- Nasıl anlamaz, diyorum.
Bizden daha önce gelmiş olanlar, bize bir ranza veriyorlar. '' Buyrun sıra sizin'' diyorlar.
Sabahı nasıl ettik bilmiyorum.
Açlık sürüyor.
Ter kokusu birbirine karışmış. Pencereler boyalı ve çivili. Havasız perişan bir haldeyiz.
Dışarı ile hiçbir bağımız yok. Konuşmalar devam ediyor.
- Yangınlar, saldırılar durdu mu?
- Kaç kişi katledildi?
- Askerin şehre inmesi iyi mi oldu kötü mü?
- İç savaş böyle mi olur?
- Bu düpedüz MHP'li faşistlerin kanlı saldırısı.
- Aleviyiz, solcuyuz.
- Barikatlarda ciddi bir direniş oldu.
- Analar, kızlar, yaşlı genç kim varsa çıktı sokağa.
İkinci gün akşam üstü kapıdan adım okunuyor. Şaşkınlıkla birbirimize bakınıyoruz.
Nesimi, ''seni buldular, gidiyorsun,'' diyor.
- Bizimkilere git, merak etmesinler. Biz de bir iki güne kadar çıkarız herhalde.
Kapıda hava kuvvetlerinden iki asker bekliyor.
Tam emin değilim ne olduğundan...
- Abi seni savcılığa götüreceğiz, orada ifadeni alacaklar. Bize ''al gel'' dediler, diyorlar.
Nesimi haklı çıkıyor.
Dostlara hoşca kalın deyip sınıftan, hayır ''koğuştan'' ayrılıyorum.
Savcılıkta verdiğim ifadeyi, o dönemin yürekli Cumhuriyet Savcılarından Ertem Türker geçerli sayıyor, beni serbest bırakıyor ama konunun mahkemeye intikal edeceğini, mutlaka haberim olacağını söylüyor.
Beni savcılığa getiren askeri jipe geri dönüyoruz.
Askerler benden neşeli.
Benim adıma seviniyorlar. ''Biz de devrimciyiz abi '' diyorlar.
Aynı yaşlardayız.
''Bu havacılar farklı ' diye düşünmeye başlıyorum.
- Beni gözaltına alındığım mahallenin başına bırakın, sonra ben kendim gideceğim evi bulurum, diyorum.
- Nasıl istersen abi, diyorlar. Nitekim öyle oluyor.
Nesimi'lerin evini elimle koymuş gibi buluyorum. Ceketim ve kameralar oraya benden önce gelmiş bile.
Konuya komşuya haber salınıyor. Yemekler, ekmekler, pideler bir iki araba Çorum Eğitim Enstitüsü Tutukevi'ne yola çıkıyor.
Televizyonda ana haberlerde tek sıra halinde yürüyüşümüzü görüyorum eller başımızın üstünde.
Sonra, sonra Samsun'dan gelen bir otobüste en arka koltukta bir yer bulup Ankara'ya ulaşıyorum.
Yorgun, bitkin, tedirgin ama özgür...
Benim gözaltına alındığım haberi Büro şefimiz Süleyman Coşgun'a ulaşınca, o dönem bizlere yakınlıkları ile tanınan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekilleri Ertuğrul Günay ile Nizamettin Çoban'a durumu anlatır. Onlar da Çorum Cumhuriyet Başsavcısını ararlar ve bir yanlışlık olduğunu anlatırlar. Nitekim TRT ekibi ile o kısa karşılaşmamız gerçekten işe yaramıştır.
Çektiğim bir iki makara filmi İstanbul'a gönderiyoruz.
Bir solukta izlenimlerimi yazıyorum.
Bizim İzmir Caddesi'ndeki büromuz o zamanlar başta Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) olmak üzere kapatılan her türlü DER'e ve derde açık.
Çevremdeki dostlara aynı heyecanla bir film anlatır gibi başımdan geçenleri anlatıyorum.
Büro şefim, ustam Süleyman Coşgun odasından bir hışımla çıkıyor ve anlattıklarımın yazdıklarımın arasında olmadığını, gazetecinin görevinin ''yazmak'' olduğunu hatırlatıyor, ''hikaye anlatmak değil.''
Yedik fırçayı, ne güzel muhabbet ediyorduk.
Oturup herşeyi yeni baştan yazıyorum.
Birbiri ardısıra kapatılan Savaş Yolu, Güneşli Dünya dergilerinden sonra son olarak çıkardığımız Gündem'in, yazdıklarımın yayınlandığı sayısı daha gün ışığı görmeden matbaadan çıkmadan toplatılıyor.
Burada araya 12 Eylül girer.
Artık bundan böyle herşey çok ama çok daha başka olacaktır.
Binlerce, onbinlerce gözaltı, cezaevleri, zulümevleri, işkencehaneler, darağaçları, hapisler, yılların eskitemediği davalar...
İşte benim davam da o binlerce davanın arasından biri olarak çıkagelir karşıma aylar sonra.
''Su uyur devlet uyumaz!''
Eve gelen bir celp kağıdı.
Çorum Cumhuriyet Savcılığından.
Mahkemeniz.....
Bulunmanız...
İmza-kaşe-mühür
O günlerde, 12 Eylül'den bir kaç ay sonra Ankara'da son derece silik bir işte, Libya Elçiliği'nin finanse ettiği AAHA Asya Afrika Haber Ajansı adında uyduruk bir haber ajansında tek sarı basın kartlı gazeteci olarak hasbelkader çalışıyorum.
Sonradan kimi kurucularının ve yöneticilerinin Suriye'ye ajanlıkla suçlanacağı bu haber ajansı adına, kimi basın toplantılarına gidiyor, kimi zaman oturup ajanslardan derlediğim günlük haberleri ''haftanın özeti '' diye sunuyorum. Yukarda adı geçen Süleyman ile hiçbir alakası olmayan Büro şefi
Süleyman Tukaç da onları Arapça'ya çevirip para kazanıyor. Sonradan ''ben muhabirim, muhbir değilim'' deyip daktiloyu kafasına vurmak yerine duvara vurup istifamı verdiğim ajans aynı zamanda Libya'nın Yeşil Yürüyüş dergisi ile de aynı binada. Yeşil Yürüyüş'e röportajlar yazmak daha hoşuma gidiyor.
Türkiye Komünist Partisi (TKP) tutuklamaları eli kulağında.
Çok yakınlarımın ''bize dokunmayacaklar'' yaklaşımı beni şaşırtıyor, korkuyorum.
Ben o ilk mahkemeden bir gün önce Çorum'a bir kez daha gidiyorum.
Çorum'a varmadan önce, bir yakınım aracılığı ile görüşme talep ettiğim Savcı Türker'e Libyalıların kitaplarından ve Yeşil Yürüyüş gazetelerinden bir demet götürüyorum. Dergilerin birinde içinde fotoğrafımın da olduğu bir röportaj da var. Bütün derdim, silahla külahla işim olmadığını anlatmak ve gazeteci olduğumu kanıtlamak.
- Bu mahkemeye girmen şart.
- Yoksa hakkında tutuklama kararı çıkartılır. Ama bu mahkemede tutuklanmayacağın garanti. Tanıklar bile burada değil.
- Ancak beraatin söz konusu değil, ama bu mahkemeye girmen şart!
- Tutuklanmayacağım?
- .....
Mahkemede kara cübbeli, tek kolu olmayan bir hakim yüksekte oturuyor.
İfadeler, jandarma ve savcılık ifadelerinin karşılaştırılması, tanıklar yok.
Yaz oğlum :
''...
Sanığın Çorum olayları sırasında tutuklanmış olması sebebiyle, davanın, Çorum olaylarını takibeden Erzincan Sıkıyönetim Askeri Mahkemesine devredilmesine, sanığın tutuksuz olarak yargılanmasının devamına ....''
Herkese ayrı ayrı teşekkür edip ayrılıyorum.
Bu ayrılık, bir süre sonra Ankara'dan daha sonra Türkiye'den ayrılmamla devam edecektir.
Erzincan Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nin gıyabımda ruhsatsız silah taşımaktan bir buçuk yıl hapis cezası verdiğini ve cezanın aynı suçu işleyene kadar ertelendiğini olayın üzerinden tam dokuz yıl sonra ''asker kaçağı'' olarak çıkarıldığım Genelkurmay Başkanlığı 2. Ağır Ceza Askeri Mahkesi'nde sanık sandalyesinde öğreniyorum.
- Efendim ben bu dava düştü diye biliyorum.
- Dava düşer mi oğlum? Senin hakkında kesinleşmiş ceza var!
Yaz oğlum:
''....
Askerlik görevinden bakaya kalmış Kerim oğlu Pervin'den doğma 1959 Ankara doğumlu Sedat Uysal'ın hakkında Türkiye Radyolarından yapılan asker kaçağı duyurusunun Amerika'nın Washington eyaletinin Seattle şehrinden duyulup duyulmayacağının TRT'den sorulmasına ve davanın 17 Haziran 1989 tarihine ertelenmesine karar verildi...
Yaaa işte böyle...
''Bu cennet, bu cehennem bizim!''
Neresinden bakarsak bakalım dünyanın, kimilerimiz için hala bir ''tutku'' olan memleketimiz, cennetimiz, cehennemimiz..
İşte böyle sevgili, yaz bir türlü gelemedi.
Dışarda gri bir Seattle...
Ama ''hava durumunu beğenmezsen, on dakika bekle, değişir'' derler buralarda.
Bakarsın güneş açar bir zaman sonra...
Sevgiyle kal.
Tanıdık, tanımadık dostlara selam. (SU/BA)