14 yaşındayken (üstteki fotoğraftan yaklaşık 10 yıl sonra yani) o kitaplıktakilerin içinden bir kitap okudum, hayatım değişti.
Jack Kerouac'ın "Beat Akımı"nın en önemli eserleri arasında gösterilen "Yolda" adlı kitabıydı bana dünyadaki aidiyetsizliğimi hissettiren. Kitabı, dünya atlasında Amerika kıtasının olduğu sayfayı açıp, Kerouac'ın anlattığı yol hikayesinde gidilen eyaletleri teker teker kırmızı kalemimle kendimce bir rota çizerek okumuştum. Haritaya her baktığımda harekete geçemememin vermiş olduğu umutsuzluğun altında eziliyordum.
Bir şeyler yapmak istediğimin farkındaydım. Ama yapamıyordum. Bir karavanım olmalıydı mesela. Çok uzaklara gitmeliydim. İnsanlarıyla aynı dili konuşmama rağmen anlaşamadığım bir ülkede yaşıyordum, bari dilini bilmediğim insanların yanına gitseydim. Bu daha iyi bir seçenekti belki de. En azından daha tahammül edilebilirdi. Evet, anlaşamıyorduk, ama bir nedeni vardı elbette. Dillerimiz farklıydı çünkü.
Burada kalsaydım, neden anlaşamıyorum sorusuna bir cevap dahi bulmakta güçlük çekiyor olacaktım. Aramızdaki sınırların, aramıza engel olarak koyulduğuna inandığım dillerin, dinlerin, yüzyıllar boyunca toplum tarafından dayatılan geleneklerin saçmalığını alaşağı etmek istiyordum bir bakıma. Bir şeyler yapmalıydım. Ama yapamıyordum. Küçüktüm.
Kerouac benim için milattı. Hayallerini gerçekleştiren ve dayatılan toplumsal değerlere bir hiçmiş gibi davranan güzel adam. Ve o gün karar verdim, ben de Kerouac'ın "Yolda" romanında gittiği bütün eyaletlere kitaptaki sırasıyla gidecektim. O gün yatak odamda Kerouac sayesinde bütün Amerika kıtasını yorganımın altında dolaştım, daha sonra Svevo'yu okuduğum zaman yaptığım bu yolculuğun aslında daha evvelden de denenmiş olduğunu gördüm. Oda içi seyahat. 14 yaşında bağımsızlığını kazanamamış, hala "çocuk" olarak nitelendirilen daha "birey" haline gelememenin ağırlığını hisseden biri için "oda içi seyahat" bir miktar ufuk açıcı veya tatmin edici olabilir.
Peki ya daha sonra?
Tatmin etmedi. Yetmedi.
Üniversiteye büyük umutlarla başladım. Dört yıllık edebiyat öğrenimim boyunca belki de dünyanın en yüzeysel, en cahil insanlarıyla aynı bölüme dahil olmaktan büyük bir utanç duydum. Edebiyat seçerek gelen insanların yıl boyunca hiçbir edebi eserle yüz göz olmamalarını ve sayısını bilmediğimiz kadar yayını olup, yurtdışında bilmediğimiz kadar toplantıya katılmış sözde profesörlerin 15 yıl boyunca büyük bir istikrarla aynı ders notlarını hiçbir değişiklik yapmadan kullanarak, her ders yılının aynı döneminde aynı şeyleri anlatarak kokuşmuş bir mekanizmaya dönüşmesini dehşetle izledim.
Okuldan o kadar soğudum ki, bir dönem hiç gitmedim. Bu kokuşmuşluğu kendimce protesto ettim.
Birkaç kere pijamalarımı çıkarmadan üzerime montumu alıp gittiğimi bile hatırlıyorum. Benim için üniversite o kadar değersizleşmişti. Üniversiteler benim için YÖK'e bağlı liselerdi artık. Bu ülkenin eğitim sistemine ve "kutsal" öğretmenlerine (!) o gün kapımı kapattım. Verilen her zor karar yeni bir meydan okumayı da beraberinde getirir. Çoğu profesörden daha yetkin olduğumu biliyordum ve o gün diploma denilen kağıt parçasını alıp orayı terk ettim. Bir daha da geri dönmedim.
Hayatında Beckett'i, T.S. Eliot'u, Raymond Williams'ı ve Philip Larkin'i sadece sınavdan yüksek not alabilmek için okuyan sözde filologlarla aynı unvana ve diplomaya sahip olmak canımı çok sıktı. Utandım.
Öğretmen olmayacaktım. Bilgilerin parayla satılmasına, eğitimin de kapitalizme ortak olup, tekelleşmesine ve eğitim "sektörünün" ticarileşerek, büyük bir pazar haline getirilmesine karşıydım.
Belki çok idealisttim ve bu dönemde bu idealizmin hiçbir uygulanabilirliği yoktu, bunun da farkındaydım. Fakat bir şeyler beni rahatsız ediyordu. Toplumdaki her şeyi reddediyordum. Belki varoluşsal birtakım şeyler. Sartre duysa çok gülerdi, değil mi?
20 yaşına geldiğimde bir yılbaşı günü Ankara'da Tunalı'ya çıkıp, son paramla dünyada en sevdiğim kadınlardan biri olan Patti Smith'in "Çoluk Çocuk" kitabını kendime hediye ettim. Ve hayatım değişti. Patti'nin genç bir kadınken kimseyi tanımadığı bir yere gidip, hiç tanımadığı bir yol arkadaşı bulması, büyük bir idealizmle istediği şey için çok kötü koşullara sahip olsa bile çabalaması benim için bir dayanak noktası oldu. Bir şeyleri çok istersem ve bunun için çabalarsam belki de ben de sonunda Patti gibi istediğim şeye kavuşabileceğime inandım. Her umutsuzluğa düştüğümde bir kutsal kitap misali açıp okudum. Onlara "çoluk çocuk" demişlerdi. Önemsememişlerdi. Ama o çoluk çocuktan iki büyük canavar çıkmıştı nihayetinde, küçümsenmemeliydi.
Üniversitedeki arkadaşlarım ve çevremdeki insanlar gelecekte yapmak istediğim şeyleri abartılı bulup, beni hayalperest olarak nitelediler. Çok fazla umursamadım. Bir yerden başlamam gerekiyordu. Bu insanlara hadlerini bildirmemin aslında sembolik de olsa topluma yapılan bir had bildirme ve meydan okuma olduğunu düşündüm. Ruhumun çok anarşist olduğunun farkındayım. Kan bağına inanmam. Ve hep sorarım, seninle kan bağımız olmasaydı seni yine aynı şekilde sevebilecek miydim, diye. Hiç sanmıyorum. Bu yüzden akrabalarıma haber vermeden bavulumu toplayıp İstanbul'a geldim. Hiçbir şeyim yoktu. Kimsem yoktu.
Bir adım atsam sanki ardından her şey çorap söküğü gibi gelecekti. O adım bianet'ti işte.
Başladım, başlamak en zorudur çünkü. bianet her şeyden önce düşüncelerimi önemsedi ve beni kokuşmuş üniversite ortamındaki sıkışmışlık ve anlaşılamama hissinden kurtardı.
Daha önce bu sektörden bir arkadaşımın "Bu sektördeki kimseye güvenme, herkes iyi gibi görünür. Fakat, arkandan kuyunu kazarlar" sözü beynimde yankılanarak bu işe başlamışken ve kafamın içinde binlerce soru işareti varken, bianet'teki arkadaşlarım ilk günden kafamdaki soru işaretlerini paylaşımcı ve yardımsever tutumlarıyla yok etti.
Hayır, öyle bir şey yoktu. Bu sadece anlık bir öfkeyle yapılmış ya da bireysel bir düşüncenin topluma mâl edilmesiyle elde edilen kötü bir genellemeydi. bianet'te "Benim haberim" yoktu, "bizim haberimiz" vardı, bu bile kafadaki bazı soruları işaretlerini dağıtmamıza yardımcı olabilir sanıyorum.
Kokuşmuş ve tekeliyetten nasibini almış ana akımın haddini bildirdiğimiz küçük bir vaha gibiydi bianet. bianet'teki arkadaşlarım benim suç ortaklarım. Thom Gunn'ın kayıp kuşak için yazdığı "Black Jackets" şiirindeki gibi, bir tek farkla, biz "kaybetmek için doğan" değil, "mücadele için doğan" suç ortaklarıydık.
Meydan okumam, elime Ankara'dayken çıktısını aldığım bianet'in bulunduğu yeri tarif eden haritayı alıp, Karaköy vapuruna binmemle başladı. Kerouac'ın haritasını taşıyacağım günler de yakındı. (Amerika'ya gidemiyordum, bari bianet'e gideyim şeklinde düşünülebilir. Küçümsemeyelim.)
Çukurcuma'nın daracık, labirentimsi sokaklarında kaybola kaybola buldum bianet'i. İlk gün Beyza'yla Okmeydanı Kentsel Dönüşüm Projesi hakkında bir haber yapmak için yola çıktık.
Beyza'nın beni yapacağım iş konusunda bilgilendirmesi ve cesaretlendirmesini hiç unutmayacağım.
Haluk Kalafat'ın yazdığım haberlerdeki belki de edebiyatçı olmamdan da kaynaklanan kabus niteliğine sahip upuzun cümlelerimi kısaltmak isterken aslında içten içe sinir krizi geçirdiğini, fakat bunları belli etmeyecek kadar kibar ve dünyanın en tatlı ve en komik genel yayın yönetmeni olduğunu düşünüyorum.
Bu kısaltma ve düzeltme sürecinde, bianet'in hızlı bir şekilde haberi okuyucuya ulaştırmak istemesinden kaynaklanan yazım yanlışlarının ve çeşitli hataların olması doğal karşılanabilir.
Herhangi bir haberi okuduğumda, hem mükemmeliyetçiliğimden hem içimdeki redaktörün beni bir türlü bırakmamasından ve belki de takıntılı olmamdan dolayı sürekli "Burada hata var.", "Bu olmamış.", "Bu cümle yanlış" şeklinde Haluk Kalafat'ın yanına giderek onun "baş belası"na dönüştüm. (Şimdiden verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür diliyorum).
Ekin'e gelince, bianet'te beni en çok güldüren adam. İlk gün benden habersiz en sevdiğim adam, zayıf noktam Jeff Buckley'i, ardından The Doors'u çalarak, güzel güzel haber yapmamızı sağlayıp, kalbimi o anda kazandı. Ekin'i "Sen Yeşilaycı mısın, kardeş?" sorusuyla ve taklacı güvercinleriyle hatırlayacağım.
Yüce'ye bianet'te kaldığım süre boyunca hem hoşgörüsü hem engin bilgilerinden yararlanmamı sağlaması hem de son gün yaptığımız, umutsuzluğumu bir nebze de olsa gideren güzel sohbeti için teşekkür ediyorum.
Kadın haberleri editörü Çiçek'in yaptığım röportaj ve haberlerde toplumsal cinsiyet konusundaki hataları gösterip, güzel bir dille beni bu konuda bilgilendirmesini ve düzeltmesini, birlikte yaptığımız "feminizm"le ilgili çevirileri ve paylaşımcılığını hiç unutmayacağım.
"Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık" yazı dizisi için Özgür Gündem'in arşivlerini açmama ve çocuk olduğum dönemlerde nelerin olup bittiğini öğrenmeme yardımcı olmasından dolayı "hep meşgul kadın" Emel'e, yardımseverliği ve bilgisayarımı kurtararak büyük bir iş başardığı için gizli kahraman Korcan'a, desteklerinden ve az da olsa gazeteciliğin tadını almamı sağladığı için Nadire Mater'e ve gazeteciliğin kolektif ve yardımlaşmadan beslenen bir meslek olduğunu öğreten bütün arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.
Türkiye'de ana akımın giderek alternatif sesleri bastırmaya çalıştığı bir ortamda bianet'in "yurttaş gazetecilik"i benimsemesi, tarafsız ve özgürce haber yapabilmesi beni bir anlamda cesaretlendirdi ve umutlandırdı.
İlk günden itibaren ana akımın üç maymunu oynadığı açlık grevleri, Pınar Selek, Cumartesi Anneleri/İnsanları ve KCK davası gibi haber değeri taşımasına rağmen ötelenen haberlerin takipçisi oldu. Toplumun ötekileştirdiği LGBT bireylerin, farklı azınlıklardan insanların haklarını aramasıyla, Türkiye basınındaki klişeleşmiş ataerkil, ırkçı ve faşist nefret söylemlerinin değiştirilebileceği düşüncesinin aslında ne kadar kolay bir şekilde uygulanabilir olduğunu gösteren bir alternatif sesti bianet.
Belki de tek eksiği, haber için Nilay ve Beyza dışında pek fazla kimsenin sokağa çıkmaması ve haberlerini bütün gün bir ofis içerisinde küçük bir bütçeyle yapmaya çalışması, belki de buna zorunda kalmasıydı. (Küçük bütçeyle büyük işler yapmak artık uygulanabilirliği kalmamış bir tür Sovyet modeli gibi duruyor, bu konuda bir devrimin yapılabileceğini, sokağın nabzının sokağa daha çok çıkılarak, tutulabileceği kanısındayım).
Bir internet haber sitesi olmak bunu gerektiriyor da olabilir, fakat ben her ne olursa olsun, sokak ve gazeteciler arasındaki ilişkinin kesilmemesi gerektiğine inanıyorum.
Bunun dışında bianet uzun yıllardır yazdığım blogumdan sonra yazılarımı, kültür ve sanat alanında eleştirilerimi daha fazla insana iletmemde çok önemli bir araç; kendimi gerçekleştirmem, bir şeyleri başarabilmem yolunda küçük, ama bir o kadar da değerli bir adım oldu.
Rahat ama bir o kadar da stresli ofis ortamından, Türkiye'nin sürekli değişen gündeminden ayrılıyorum, yazmaya ve Haluk Kalafat'ı çıldırtan redaksiyonlarıma devam edeceğim, hiç kurtuluşu yok. (soyadımı haberlere hep yanlış yazsalar da sonunda doğru yolu bulabildikleri, "Yine mi yanlış yazdınız" çığlıklarıma kulak vererek, yanlışları düzelttikleri için hepsini affediyorum.)
Şimdi bir "çoluk çocuk" olarak daha deneyimli, daha özgüvenli, yurttaş ve alternatif gazetecilik ilkelerini deneyimleyerek yerinde öğrenmiş bir şekilde yola çıkmaya hazırlanıyorum.
Umarım bianet'le yollarımız ben hayallerimi gerçekleştirdiğim ve sadece çoluk çocuk diye nitelendirilirken bir canavara dönüşüp daha güçlü ve bağımsızlığını kazanmış bir kadın olduğum vakit tekrar kesişir.
Şimdi elimde çocukluğumdan kalma haritalarım ve hayallerim, geldiğimde görüşmek dileğiyle. (BÇ/HK)