31 Mayıs’ta soluduğumuz biber gazı etkisini azaltırken, yaşadığımız o “kairos ânı”nı ilelebet kılmak, sık sık geriye dönüp ne olup bittiğini anlamaya çalışmakla, yaşanılan deneyimin bilgisini canlı tutmakla mümkün olacak bir şey. Çünkü her bakış, o anı çoğaltıp yeni anlamlar bulmamızı sağlıyor. Deleuze’ün dediği gibi, gözün kamera değil de ekran olduğunu, asıl kameranın zihnimizin içinde bulunduğunu ve zihnimizin çektiği görüntüleri durmaksızın yeniden montajladığını düşünürsek, o montaj masasına, bu işi profesyonel bir uğraş hâline getiren medyaya ve hizmet ettiği iktidarlara bırakmamak için, kendi kendimizin montajcısı olmamız gerekiyor. Çünkü güvenlikçi bir anlayışla yönetilen bir sitenin içinde yaşıyoruz, tıpkı 2005’te yönetmenliğini Michael Bay’in yaptığı, başrollerinde Ewan McGregor ve Scarlett Johansson’ın yer aldığı “The Island” adlı distopik filmdeki gibi.
Bu aralar, “The Island” filmindeki bazı sahneler gözümün önüne geliyor, yaşadığımız bu sansürcü ve yasakçı ortamdaki kapatılmışlığımızı düşünürken. Filmde, mükemmel olarak tasarlanmış, adı ve amacı cezaevinden farklı olsa da dışarı çıkılması mümkün olmayan, klonlanmış insanların barındırıldığı bir siteden bahsediliyor. İki klon insanın, gerçekte organ nakli için üretilmiş klonlar olduklarını farkedip, Foucault’nun panaptikon’la ilgili teorilerini akla getiren o cezaevi-hastane düzenine uygun siteden kaçışları anlatılıyor filmde. Sitedeki en önemli şey, klon-insanları, dışarının bilgisinden uzak tutmak ve içeride de klonların kendilerine dair bilgiyi, rüyalarına kadar takip edip kontrol etmek. O yüzden üretilen klonlardaki farklı bir modelin, akıl yürütmeye, dışarıyı ve içeriyi sorgulamaya başlamasını büyük bir tehdit olarak algılıyor site sahibi şirket, gerekirse üretilen o modeldeki klonların hepsini imha etmeye yöneliyor. Çünkü tek bir kişinin dahi dışarıdaki gerçeklikten haberdar olması, bütün sistemin çöküşünü başlatabilecek fitili ateşleyebilir.
Filmi izlerken, o siteyi, bir tür ulus-devlet modeli olarak düşünmekten kendimi alamadım. Ulus-devlet modeli geçen zaman içerisinde kendini epeyce geliştirmiş, denetim ve disiplin mekanizmalarında olağanüstü noktalara varmış, toplumlara şiddet ve demokrasi oyunları aracılığıyla istediği şekli büyük oranda vermişti. Ama “The Island” filminde de olduğu gibi, insanın ele avuca sığmayan meraklı ve kuşkucu doğası, devletlerin ve otoritelerin sürekli başına bela oldu… O merakı ve kuşkuyu doğuran şey de, siteyi ya da sistemi nasıl algıladığımız kadar, kendimizi nasıl algıladığımızla ilgili aslında. Filmde de, Ewan McGregor’un oynadığı Lincon Six Echo, diğer klon insanlarından farklı özellikler gösteriyordu, herkesin bembeyaz üniformalar giydiği bir ortamda kirlenmekten korkmuyor, hatta kirlenmeyi arzuluyordu örneğin.
Bugünlerde yayımlanan iki önemli kitap, bu meseleleri, Gezi Ruhu üzerinden düşünmek için güzel bir fırsat sunuyor. Biri Metis’ten çıkan, Al-Zubaidi, Cassel ve C. Roderick’in hazırladığı, Tunus’tan Suriye’ye Arap isyanına katılmış yazarların yazılarından oluşan “Devrimleri Yazmak”; diğeri de İspanya’dan Brezilya’ya, yaşanan deneyimleri teorik açıdan tartışan Otonom Yayıncılık’ın yayımladığı “Gezi’nin Yeryüzü Kardeşleri”…
Bu iki kitabı, “The Island” filmindeki hikâyeyi düşünerek okurken, her şeyin mümkün göründüğü o “kairos ânı”na takılıp durdu zihnim. Kendimizi vatandaşlık numarası sahibi bir klon olarak değil de, ağaçlar, kuşlar, kediler gibi bir canlı olarak gördüğümüz, hayata ve kendimize bakışımızdaki değişikliğin verdiği meşrulukla her şeyin mümkün olduğu o ânın büyüsü, Mısır’da da, İspanya’da da, Tunus’ta da, Brezilya’da birbirine çok benziyordu, tıpkı tüm o devletlerin, filmdeki site gibi kurgulanmış cezaevlerine benzemesi gibi…
“Devrimleri Yazmak” adlı kitapta, Mısır’da yaşananları aktaran Yasmine El Rashidi’nin şu gözlemi yaşanan o “kairos ânı”nı da özetliyor bir bakıma: “Artık her duygunun, her düşüncenin, her görüşün bir muhatabı vardı ve bir zamanlar umarsızlığı barındıran sokak köşelerinde bir imkân doğuyordu.”
Her duyguyu ve düşünceyi karşılayan muhataplar, siyasetin sahneden sokağa inmesi anlamına geliyordu, çünkü tüm o Arap ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de siyaset, güç odaklarının kendi oyunlarını oynadığı bir sahneden başka bir şey olamamıştı, izin verilmemişti askeri darbeler ve sermayenin çıkarları için uygulanan kirli oyunlar, illüzyonlarla.
Başbakan, sahneden aşağıya, sokağa bakıp kendisine muhatap aradığında, muhatap çokluğu yüzünden ne yapacağını bilemediği o anı anımsayın, ana muhalefet partisine verip veriştirerek kendisine faiz lobisi gibi hayali muhataplar yaratmak zorunda kalmıştı.
Kitaplarda anlatılan deneyimler, aslında “kairos ânı”nın, yani halkın erkleşmesiyle insanların birer siyasi özneye, yani muhataba dönüşmelerinin tek yolunun, sokağa çıkmak olduğunu gösteriyor. İnsanın evinde, ya da bilgisayarının başında olması muhatap olabilmesi için yeterli değil, illa sokaklarda, meydanlarda toplanılması gerekiyor. Ama sokağa, meydana çıkmak da kendi başına yeterli değil, bir resmi tören havasında, hiyerarşik ve düzen verilmiş bir birliktelik, biraradalığın yarattığı o “kairos ânı”na yol açmıyor, çünkü insanlar düzenli ve hiyerarşik bir yapı içinde kendilerini “siyasi özne” olarak konumlandıramıyor, yüksekte olanın muhataplığına tabi olmak zorunda kalıyor genellikle.
Geçmişten günümüze nümayiş kültüründeki en önemli değişikliklerden biri de aslında bu farklılık. 22 Aralık 2013’teki Kadıköy’de yapılan kent mitinginde, bu değişimin çıplak bir örneğine tanık olmuştum. İnsanların kurulan sahnedeki kürsüyü değil de, Halkbank’ın önünde kendi kurdukları bir “yüksek” olmayan ve ses siteminden yoksun kürsü yerine geçen bir alanda, forum yapar gibi sırayla konuşmuşlar, konuşurken de çeşitli şakalarla eğlenmişlerdi. Orada yaşanan deneyime benzer çeşitli örneklerin, Tahrir Meydanı’ndan Brezilya’ya kadar pek çok yerde yaşandığından haberdar olmak, yaşanan siyasi dönüşümünün ve yeni siyaset algısının nümayiş kültüründeki değişimle somutlaştığını göstermesi açısında önemli.
Yine o kitaplardaki deneyimleri okurken, ulus-devlet modelinin tükenişiyle yaşanan temsil krizinin siyasi partileri nasıl etkisizleştirdiği ve iktidarın medyanın illüzyonunu çökertmeye varacak kadar doğrudan kontrol altına almasının sonuçlarını görmek de ufuk açıcı.
“Devrimleri Yazmak”ta Arap eylemciler, yazılarında sık sık, televizyonda gösterilenle sokakta yaşananların kışkırtıcı farklılığından bahsediyordu; tıpkı bizdeki penguen yayıncılığında olduğu gibi. Aslında bugüne kadar da aynı penguen yayıncılığı söz konusuydu, aradaki fark, sokağa çıkan insanların, “The Island” filmindeki gibi hapsedildikleri o siteden çıkıp kendilerine gösterilenle gördüklerini mukayese edebilme fırsatıydı. Daha önce de işe gitmek, eğlenmek, gezmek için sokağa çıkıyordu elbette insanlar, ama gerçekte çıktıkları sokak, başka bir sokaktı, çünkü kendilerinden çıkmış değillerdi, bir klondular “kairos ânı”nı yaşamadıkları için. Bütün mesele, o insanların evlerine dönüp televizyonlarını açtıktan sonra “kairos büyüsü”nü yitirip yitirmeyecekleri…
Çünkü “The Island” filminde de, site dışına çıkan o iki klon, dışarıda önce uçsuz bucaksız bir çölle; yabancısı oldukları, nereye, nasıl gideceklerini bilemedikleri bir dünyayla karşılaşıyorlardı. Gezi Parkı’nın ele geçirildiği o haftalar içerisinde yaşananları gözümüzün önünde canlandırırsak, o andan sonra sadece kamuoyu oluşturulmaya çalışılmış, forumlar düzenlenmiş ve hükümetten bazı taleplerde bulunmakla yetinilmişti. Mesela orası kalıcı bir ortak yaşam alanına dönüştürülemedi.
Arap eylemcilerin yazılarında da, o şaşkınlık, yani çölle karşılaşma şaşkınlığı ve insanlar evlerine döndükten sonra yaşanan umutsuzluğa dair yerler var. Çünkü sitenin dışarısı çöl ve siteyi ele geçirip daha iyi yaşama koşullarını umut etmek daha akıllıca bir yolmuş gibi duruyor önce, ama siteye bir kere dönünce de, herkes kendi odasına çekilip televizyonlarını açıyor ve alıştıkları hayat kaldığı yerden devam ediyor. Ama gerçekte devam eden alıştıkları o hayat değil, çünkü bir kere dışarı çıkıldı ve çölle karşılaşıldı. Artık herkesin kafasında bir kuşku var, o kuşkuyu giderecek politikaları kimin üreteceği bundan sonraki süreci de belirleyecek.
Yani halkın erkleşmiş olmasının, kendi başına yeterli olmadığı, o erki nasıl kullanacağı ve bir daha sitenin dışına çıkıldığı zaman hayatta nasıl kalınacağı ve o çölün nasıl aşılıp hakikate ulaşılacağı gibi bir mesele var karşımızda. Yani bundan sonra, o çöl bilgisinin masaya yatırılması gerekiyor, zihnimizde kaydettiğimiz o görüntüleri doğru bir biçimde montajlayıp defalarca izleyerek…
Mesela “devrim” meselesi yeniden ele alınmaya muhtaç bir mesele. 19. yüzyılda değiliz çünkü, çöl değişti, içine hapsedildiğimiz site de çölle birlikte değişiyor sürekli. Demokrasinin temsil krizinden kurtarılması ya da tüm dünyada tükenişi yaşayan ulus-devlet modelinin tartışmaya açılması gibi birbiriyle bağlantılı pek çok mesele, yaşadığımız o çöl bilgisiyle birlikte ele alınmadığı sürece işimiz zor.
Ama umutsuzluğa kapılmak da gerçekçi değil. Philippe Dijan’ın “Betty Blue” adlı romanında yazdığı gibi, umutsuzluk da, tıpkı umut gibi bir yanılsama… Arap eylemcilerin yazılarını okurken, hemen hemen hepsinde eylemcilerin açık ya da gizli bir gururu dile getirdiğine, kendilerini hiç olmadığı kadar önemli hissettiklerine tanık oluyoruz.
Çünkü Gezi’yle ilgili sık sık söylendiği gibi, hepsinin anlatacak bir hikâyesi var artık, hatta çoğu, o “kairos ânı” sayesinde yazma arzusuna kavuşmuş, kişisel yaşamlarını ona göre örgütlemiş... İnsanın bir hikâyesi olması, insanın yaşamına anlam kattığı gibi, yaşam tarzı üzerine düşünmesine de neden oluyor ister istemez. Yaşanan isyanlarda en sık telaffuz edilen sözlerin “özgürlük” ve “onur” olması, bu açıdan düşününce de oldukça anlamlı. Onur, insanın kendisine karşı duyduğu saygı…
Haksızlığa karşı çıkmamak, o saygıyı yok edeceği içindir ki, yurtdışında olup Mısır’da ya da Tunus’ta olamayanlar ya da bir nedenden dolayı evinden çıkamayanlar, içten içe büyük bir suçluluk duygusuyla kıvrandıklarını anlatıyorlar kitapta; meydanlarda olanlar da polis şiddetini umursamadan bedenlerini bir slogana, bir söze nasıl siper ettiklerini…
Onuruna, kendisine duyduğu saygıya sahip çıkanlar, Mısırlı Yasmine’nin bahsettiği gibi birer muhataba, siyasi özneye dönüşüyorlar ki, bu durum, hiçbir iktidarın geri alamayacağı bir şey. En fazla “The Island” filminde olduğu gibi, bu muhatapları yok etmenin yollarını arayabilirler, ki bu kadar çok muhatabı yok etmeleri de mümkün değil. Geriye, zihnimizdeki montaj masasının kontrolü kalıyor… Bu iki kitapta da anlatıldığı gibi, yaşadığımız deneyimleri paylaşıp çoğaltmak, kafamızdaki görüntüleri analiz ederek, site dışına çıktığımız zaman, bizleri nelerin beklediğini öngörmeye çalışmak, sanırım yapılması gereken en doğru şey. Çöl bilgisi olmadan, çölü aşmak ancak tesadüfi olur… (BU/EKN)