Türk Tabipleri Birliği'nin (TTB) öncülüğünde 13 Mart'ta Ankara'da gerçekleştirilen ve yurdun her yanından 30 binden çok insanın katıldığı "Çok Ses Tek Yürek" mitingine 14 Mart Tıp Haftası nedeniyle bir etkinlik için Muğla'da bulunduğumdan katılamadım.
Mitingden ve gelişmelerden ulaşabildiğim kadarıyla orada olan arkadaşlarımdan ve medyaya yansıtılışından haberdar oldum. TTB Merkez Konseyi'nin miting sonrasındaki değerlendirmesini de okuyunca, izlenimlerimin yanlış olmadığını fark ettim.
İlk gözlemim yaygın medyanın iktidara "muhalif" olanları dışında söz konusu yürüyüşü "1. sayfaları"ndan görememeleri, ancak "iç" sayfalarında duyurmaları oldu.
Bunda Japonya'da yaşanan depremin ve aynı gün İstanbul'da gazetecilerden Ahmet Şık ve Nedim Şener için yaptıkları "protesto ve destek" yürüyüşünün etkisi olduğu açık.
Ancak eskilerin deyişiyle "seçim sath-ı mail"ine girildiği bu dönemde, iktidarın "en başarılı" olduğu alan saydığı "sağlık" gibi bir alanda, alanın uygulayıcılarının bu konuda yapılanlara "muhalefetleri ve itirazları"nın yeterince "görünür" kılınmamasının ve bunun nedenlerinin yeterince ortaya konulmamış olması dikkâtle değerlendirilmesi gereken bir nokta.
Burada eğer bir "iktidar ya da iktidardan zarar görme korkusu" söz konusu ise, bu gerçeği daha yüksek sesle ortaya koymak gerekiyor. Çünkü bir süre sonra "yürüyen" kimse kalamayacak. "Ahmet Şık ve Nedim Şener" için yürüyenler arasında bu gerçeği görenler ve bilenler çok sayıda.
"Özgür basın"ın olmadığı yerde ise "demokrasi"den söz edilemeyeceği açık. Ancak "yaşamın olağan seyri" sırasında hiçbir "boşluk" uzun sürmüyor. Onun için olmalı sağlıkçılar kendi seslerini duyurabilmek için bir de bu alanda yeni "tabip.tv" gibi iletişim kanalları yaratmak zorunda kalıyorlar. Kanımca bundan da çıkarılacak önemli dersler var.
"Sansasyon"daki dersler
Bir önemli ders de konuyla ilgili olarak medyanın "sansasyonel" bulduğu mitingde taşınan bir "Che" döviziyle ilgili olarak sağlık bakanının söylediklerinin irdelenmesinde var: (*)
"Che Guevara'nın sağlık sistemiyle bir ilgisi olamaz" demiş.
Bu sözleri okuyunca gülümsedim; en azından doğrudan ya da çevresindekiler aracılığıyla mitingi "yakından izlediği" sonucunu çıkardım. Ama "görmek" için yalnızca "bakma"nın yetmediğini de bir kez daha anladım.
Nitekim bunu TTB Merkez Konseyi Başkanı sevgili Eriş Bilaloğlu'da yaptığı "miting değerlendirmesi"nde ortaya koymuş:
"Sayın Bakan'ın mitingde 'Che' ile ilgili dövizi görüp onu işlemesi bizi bir yanıyla umutlandırdı. Çünkü öne çıkan temayı görmüş, kuvvetini hissetmiş ama kendisi için 'malzeme' olabileceğini düşündüğü bir dövizi gündeme taşımıştır. Açık söyleyelim ki 'Che' malzeme yapılabilecek bir konu değildir.
"Che'yi bütün dünya bilir, ve eşitsizliğe, haksızlığa, sömürüye karşı çıkanlar, isyan edenlerce sevilir, böyle bir semboldür. Sayın Recep Akdağ'ı bütün dünya bilmese de adında dünya geçen Dünya Bankası bilir, O'nu da Dünya Bankası sever, O'da bu politikaların şaşmaz uygulayıcısı olarak bir sembol olarak anılabilir. Bu tartışmaya girerek mitingin gündemini çarpıtmamız uygun olmaz."
Che hekimdi
Ben Eriş Bilaloğlu'ndan daha çoğunu söyleyebilirim:
Che bir hekimdi, ama ondan daha önemlisi de "astım ve diyabet gibi iki kronik hastalığı" olan bir insandı, dolayısıyla sağlığın ve hastalığın anlamını yakından ve doğrudan yaşayarak bilen birisiydi.
Bakanın da doğruluğunu ve hakkını teslim ettiği Küba'daki sağlık sisteminin kurulmasının nedenlerinden birisi de, bir devrim önderi ve sonrasında yaratılan toplumun mimarlarından birisi olarak sağlığa ve hastalığa dair bildikleri, yaşadıkları olduğundan kimsenin kuşkusu olmamalı.
Yine tam bu noktada söz konusu sisteme bakan tarafından getirilen eleştirinin de "Hakikaten sistem iyi imiş, Türkiye'de uygulayabiliriz. Ama bir bir şey daha söyleyim, Küba'da hekimlere 30 dolar maaş veriyorlar, haberiniz olsun." şeklinde ifade edilmesi, sağlık sisteminin "iyiliğinden" bakanın ne anladığını da gösteriyor.
Talepler sorunu işaret ediyor!
Dahası mitingi ve orada dile getirilenleri de ya duymadığını ya da anlamadığı anlaşılıyor.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım ve bir soru soralım: "bir hizmet alanında, o hizmeti görenle sürekli çatışan, dahası anlamak için çaba sarfetmeyen bir yönetimden 'halkın sağlığı' adına bir olumluluk çıkabilir mi?"
Otuz bini aşkın sağlıkçı eğer itiraz ediyorsa, bu itirazın dillendirildiği sırada TÜRK-İŞ gibi bir büyük sendika hazırladığı bir raporda "Türkiye'de 13 milyon civarındaki kişinin sosyal güvenlik hakkından yoksun olduğunu" belirtiyorsa bu konu üzerinde durulmalı ve düşünülmelidir.
Aynı raporda ifade edilen "istihdam artışı"nın kayıt dışı istihdam nedeniyle olduğu ve bunun ancak çok küçük bir bölümünün SGK'nın aktif-pasif dengesine katkısı olduğu dikkâte alındığında; çok uzak olmayan bir erimde sağlık alanındaki "aşırı büyüme"nin en azından kaynak yokluğu nedeniyle duracağı, bir anlamda "denizin tükeneceği", sorunların bir anda "çığ" gibi tüm toplumu ve dolayısıyla toplumun "sağlığını bozacağı" açıktır.
TTB Başkanının da miting sırasında "sağlık haktır; herkese sağlık güvenli gelecek" bakış açısıyla dile getirdiği taleplerin "iş ve gelir güvencesi", "şiddete, iş kazaları ve meslek hastalıklarına karşı can güvencesi" ve "mesleki bağımsızlık" konularında olması, aslında sağlık alanındaki dönüşümün yarattığı ve önce sağlıkçılar tarafından hissedilen olumsuzluklarını ortaya koyduğu da göz ardı edilmemelidir.
Geçen haftaki yazımda belirttiğim gibi, hekimlerin ve sağlıkçıların yaşananları ve durumlarını çok daha yaygın bir şekilde, daha fazla ve derinlemesine topluma anlatmaları gerekiyor. 13 Mart'ta Ankara'da toplanan "30 bin"e sağlık hizmetlerinden yararlanan yüzbinleri, milyonları katmadan "dönüşümün" değişmeyeceği göz ardı edilmemelidir. (MS/EÖ)
______________________________________________________________
(*) http://www.saglikaktuel.com/haber/tip-bayraminda-che-tartismasi-16335.htm
Fotoğraf: Ali Öz