Makalenin İngilizcesi için tıklayın
Önceki hafta CHP'li Muharrem İnce'nin Haber Global kanalında katıldığı programı terk etmesi epeyi yankı uyandırdı. Canlı yayında İnce'nin stüdyodan gitmesine neden olan olay, kanalın birkaç kez AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a bağlanarak sözünün kesilmesi...
Şöyle kısa bir beyin fırtınası yaparsak Erdoğan o akşam bir krize yönelik konuşmuyordu. Ülkede bir doğal afet, sıcak bir olay, bir "son dakika" gelişmesi yoktu. Bir seçim akşamı da değildi. Toplum karantina günlerinde olduğu gibi günlük hayatta nelerin değişeceğine dair yapılması muhtemel bir açıklamayı ekranların karşısında pür dikkat beklemiyordu. Konuştuğu konu her yıl gerçekleştirilen "fetih" kutlamalarıydı.
Bir cumhurbaşkanının açıklaması elbette haber olabilir. Cumhurbaşkanının konuşması canlı yayına alınabilir. Televizyon kanallarının, gazetelerin, dijital haber medyalarının haber değeri tanımına göre günlük rutindeki pratiğidir bu: İletişim aracının türüne göre ya canlı bağlantı sağlanır ya içeriğe/ konuşmaya/açıklamaya ara-ana haber bültenlerinde yer verilir ya da konu ertesi günkü gazete haberinde yer alır. Haber sitelerinde ise genelde mecranın doğası gereği zamansal kaygı olmadığından konu önemli ise gün içinde yayına girer.
Ama Türkiye televizyonları son yıllarda öyle bir refleks kazandı ki Erdoğan ne zaman konuşsa o an TV'de hangi program varsa yayını kesilerek, stüdyoda kim konuşuyorsa susturularak bağlantı kuruluyor. İstisnasız tüm haber kanalları yapıyor bunu. Bunun hem stüdyodaki konuğa hem de izleyiciye yapılan nezaketsizlikten de öte bir saygısızlık olduğu çoktan unutulmuş, hatta kanıksanmış vaziyette. Eminim bir gün sıkılıp kumanda aletini elinize alarak kanalı değiştirmiş, başka kanala geçmiş sonra "hayrete düşüp" yine kanal değiştirmişsinizdir. Ama en sonunda televizyonu kapatmakla sonuçlanan nafile bir çabadır bu. Hatta sosyal medyada "kapat" protestosu yapılmıştı bir zamanlar.
Yaygın medyanın öteden beri kronik sorunu olan tartışma programlarında hep aynı kişilerin "uzman" sıfatıyla konuk edilmesi, hep aynı kişilere bağlanılması yine sorunun en çok görünen ve şikâyet edilen yanı. Bazı isimler konuk kimliğinden çıkarak artık kanalın daimî yorumcuları arasında yer alıyor. Bilindiği gibi genel başkanlarının talimatları gereği iktidar partili vekiller televizyona çıkamıyor. Onların yerine adının önünde hukukçu, akademisyen, gazeteci gibi sıfatlar bulunan kişiler arz-ı endam ediyor. O kişilerle iktidar ve kanal arasında nasıl bir anlaşma vardır bilinmez ama işin kamuyu ilgilendiren tarafı tek sesli bir yayın formatının açığa çıkması.
Mesela stüdyoda kadın olmadan kadınların, genç olmadan gençlerin sorunlarını tartışmak, o akşam bahse konu muhalefet partilerinin liderlerine, vekillerine ekranı kapatıp söz hakkı tanımamak gibi bir televizyonculuk anlayışı var çoktandır. Canlı yayında hakkında saatlerce konuşulan insanlar ile gelişen ve çeşitlenen teknolojinin olanaklarıyla kolayca iletişim kurulabilecekken söz hakkı doğan o kişi zorunlu olarak yayına bağlanmak istese dahi bu yapılmıyor.
Böyle bir "habercilik" pratiği medyanın uzun yıllardır devam eden tarafsızlık tartışmalarının çok ötesinde hakkaniyet ve dolayısıyla etik kavramlarıyla doğrudan ilgilidir. Daha önce ana akımın en önemli iddiası nesnellik ve objektiflik ilkelerine uyulduğunu göstermek için -ama genelde egemen ideolojinin olumlandığı- karşıt görüşlü kişiler konuk edilirken şimdi konu -enine boyuna değil ama- ana hatlarıyla bile olsa anlatılamıyor. Tek yönlü bir bilgi akışından da ziyade sürekli bir dezenformasyon ve manipülasyon akıyor kanallardan.
İktidarın yayın kuruluşlarını sahiplendiği/sahiplendirdiği bir yerde aksi beklenemezdi zaten. Zira bir partinin, örgütün, şirketin organı hâline gelen yayın mecralarının reklâm ve propaganda aygıtına dönüşmesi kaçınılmazdır ama geleneksel medyada genele yayılan sansürden çok -daha da tehlikeli olan- oto-sansür durumu var bugün. O yüzden yaygın medyada pek çok gazeteci editoryal bağımsızlığın ortadan kalkmasıyla ya işini kaybetti ya da istifa etmek zorunda kaldı. Gazetecinin hareket alanı iyiden iyiye daraldı.
İktidarın yayına müdahale ettiği örnekler var geçmişte ve fakat Haber Global'de yaşanan daha çok medya sahipliğinin programın akışına müdahalesi ya da -Kurt Lewin tarafından kavramsallaştırılan iletişim bilimindeki tanımıyla- "eşik bekçilerinin" refleksif durumu olarak duruyor daha çok (Zor durumda bırakılan programın moderatörü Senem Toluay Ilgaz, olaydan sonra üzüntü duyduğunu içeren bir tweet attı). O an programda Muharrem İnce de bulunabilirdi, siyasetin dışında başka bir isim de. Mevzu herhangi bir saatte bir yerde (açılışta, mitingde, kutlama etkinliğinde) konuşmakta olan Cumhurbaşkanına program boyunca üst üste bağlanmak zorunda hissedilmesi. İnce'nin stüdyoyu terk etmesi, sorunu belki biraz daha görünür kıldı hepsi bu.
Televizyon yayıncılığında söz yine basın ve ifade özgürlüğü meselesine geliyor. Görsel-işitsel medyayı yazılı medyadan ayrı tutmak mümkün değil. Gazeteler için Basın İlan Kurumu (BİK) varsa TV'ler için de Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) var. Birinin görevi resmî ilanları yerel ve ulusal ölçekteki gazetelere adaletli bir şekilde paylaştırmak; diğerininki radyo ve televizyon yayınlarını denetlemek. "Özerk" kurumlar. Ama o kadar özerkler ki bugün iktidarın rahatsız olduğu medyalar üzerinde baskı kurmasının, sopa kullanmasının doğrudan aracı olmuş durumdalar.
Mayıs ayında açıklanan "BİA Gözlem Raporu"nda medya dünyasında ortaya çıkan ihlaller madde madde sıralanmış. Raporda BİK'in Evrensel gazetesine yönelik ilan kesme cezalarının devam ettiği belirtiliyor.
Son zamanlarda RTÜK'ün farklı yayın kuruluşlarına verdiği para ve yayın durdurma cezaları ile BİK'in gazetelere kestiği ilan durdurma cezası medya özgürlüğü bağlamında en çok dikkat çeken konu. Halk TV'de yayımlanan "Sözüm Var" programının beş kez yayını durdurulurken Cumhuriyet'e de, İletişim Başkanı Fahrettin Altun'un villasının bulunduğu bölgede yaptırdığı yapılarla ilgili yayımlanan haberler nedeniyle 35 gün ilan durdurma cezası verildi. Birgün'ün ise Kızılay'la ilgili haberlerinden ötürü reklamları yedi gün kesildi.
Basın kuruluşlarına gazetecilik faaliyetleri nedeniyle ceza üstüne ceza verilirken, sarı (turkuaz) basın kartlarındaki keyfilik döneme damga vururken, gazeteciler tutuklanırken... Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Amerika Birleşik Devletleri'nde TRT World ekibinin haber peşinde koşarken polis şiddetinde yaralanması üzerine geçtiğimiz günlerde şöyle dedi:
- Basın özgürlüğü demokrasinin bel kemiğidir!
Yeter ki, vakıflardan arazilerin nasıl kiralandığını, kaçak yapıldığı gerekçesiyle yapıların yıkıldığını yazma... (O haberlerin altında imzası bulunan Cumhuriyet muhabiri Hazal Ocak hakkında tazminat davası ve terör soruşturması açıldığını belirtelim.)
Yeter ki, yardım kurumları (Kızılay) ihalelerindeki netameli işlerde tarikat konusu kurcalanmasın...
Yeter ki, koronavirüs riski biline biline Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hâlâ neden 20 bin insana umre ziyareti izni verdiğini sorgulama...
Yeter ki, programda konuğunuz iktidar değişikliği öngörüsünde bulunmasın...
Liste uzar gider ama şimdilik basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye'nin Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde 180 ülke arasında 154'üncü sırada yer aldığını yazmakla yetinelim.
Basın demokrasinin can simididir ama -en masumane tabirle- bazıları demokrasi kavramını oturdukları koltuklardan bağımsız biçimde yeniden düşünmeli zannımca. (SE/AÖ)