Özellikle son yıllarda dünyada nasıldır bakmak lazım. Bizde ise 8 Mart yürüyüşleri başta olmak üzere hemen hemen bütün kadın meseleleri ilgili tartışmalar, paneller, oturumlar erkeklere kapalı yürütülüyor. Bunun neden tercih edildiği üzerine yıllardır konuşulur. Toplantıların erkeklere açık olmasına dair isteklerini belirten kadın arkadaşlar, makul nedenler sıralanarak ikna edilir ki illaki şu cümle geçer: “Burada da olmayıversinler.”
“Hakikaten olmayıversinler” diye de konu tatlıya bağlanır. Uzlaşılmayacak gibi bir şey değildir yani ki her şeyi bir kenara bırakın, yürüyüşlere alınmak istenmeyen erkeklerin her yıl ısrarla tekrar konvoya girme hırsları bu işi inada sokmak için geçerli bir neden olarak kabul edilebilirdir. Bence yani.
Yalnız bu kapalılık tek bir neden olarak gösterilemese de şöyle de bir sorun oluştu: Erkek akademisyen, yazar vs… çevrelerinde kulaktan duyma, aslı ile alakası olmayan bir feminizm algısı ya da feminizmle ters düşmeyi bir marifet saymak. Edebiyata da yansıdı bu. Küfrün çok “cool” duracağını düşünen, en iyi sokak dilini ben kullanırım edasında, asi olma çabasında, sonradan öğrenildiği çok belli devrimcilikle yazılan romantik öyküler, romanlar. Çözüm nedir, ne yapılması gerekir bilmiyorum. Yeni Bukowskileri bir yere toplayıp, sabırla, tane tane anlatmak gerek belki de. Bu ülkede şu kadar günde şu kadar kadın öldürülüyor. Öldürülme “gerekçeleri” şunlar şunlar ve bu gerekçeler size tanıdık geldi mi diye de sormak. Biteviye günlük hayatta görmek yetmezmiş gibi erkeğin organı ile kurduğu hastalıklı ilişkiyi bir de okumak çekilmez de ayrıca.
Akademik çevre ve hatta meslek ayırmaksızın çoğu solcu erkek ise “Kadın ve erkek diyerek başta siz ayrımcılık yapıyorsunuz. Öncelik ‘insan’ olması gerekir”le karşımıza çıkıyor. (Kişisel bir hikâye feminizmle tanışmadan önce ben de böyle diyenlerdendim.) Akabinde de düşlenen devrim geldiğinde bunlara hiç gerek kalmayacağı konusu geçiyor. Sovyetlerin en sol olduğu zamanlar da bile kadınlar ne haldeydi oysaki. Lenin’in cinsel devrimi, erkekler tarafından istismar alanına nasıl dönüştürülmüştü? Stalin zamanında çıkartılan boşanma yasası ve birinci gebelikte çocuk düşürme yasağı kaç bin kadını harcamıştır? 1943 yılında kız-erkek karışık öğrenimin yasaklanmasına kadar varmıştır iş. Konuşan da bilir bunları ama işte bir umut, bir yalan dünya.
Çok bariz bir durum ortada iken bunu tekrar tekrar anlatmaya çalışmak bezdirici bir şey. Birçok örnekle anlatılabilir. Ortaya korkunç istatistikler dökülebilir. Sonra denilebilir ki tüm bunlardan dolayı feminizmin bir ihtiyaçtan doğduğunu söyleyebiliriz. Onaylanma ihtiyacından dolayı sorarız da: “Söyleyebiliriz değil mi, haksız mıyız?”
Hatta feminizm, ideolojiler üstü bir şeydir de. Çünkü insanlığa en güzel ortamı vaat eden bir ideolojinin yarattığı koşullarda bile kadının çilesinin devam etmesi erkeğin işlerini kolaylaştırmış, hayatını güzelleştirmiştir. Kadının ötelenmesine, ekonomik rahatlığın da çare olmadığını biliyoruz. Keza mürekkep yalamış olmanın da. Haber bültenlerine girecek kadar vahşi olmayan, arada sırada magazin derlemelerinde karşımıza çıkan sinsice yaşatılan mağduriyetlerden bahsediyorum. Sosyetik “bir güzelin” aldığı tehditten misal. Kullanılan garip dille anlaşılan durum. Meryem Uzerli’ye yaşatılan şey misal.
Aynı zamanda mağdur olduğunu bilmeyen kadınların aymaz halleri içindir de feminizm. Jüri karşısında “tarz” olmadığı için ağlayan, hemcinsi ile kıyasıya yarışmak ona çocukluktan bu yana belletildiği için şöyle bir durup genel tabloya bakmayı akıl edemeyen kadınlar için. Kız çocuklarını, aptal yetiştirebilme uğruna yemeyip içmeyip gayret gösteren ebeveynler için. Çevrenizde gördüğünüz çoğu şey için feminizm illaki şart.
Anlaşılması imkânsız çok acı bir şeymiş gibi gelir. Tabiat gereği, biyolojik bir şey olan vücudunuzdaki deliğin yine size karşı bir tehdit olarak kullanılması. (Devlet kurumlarında işkence gören erkekler de dâhildir buna) Bir istatistiğe gerek yok bunu demek için. Biliyoruz çünkü hemen bütün kadınlar hayatları boyunca en az bir kere tecavüz edilme tehlikesi, tehdidi atlatmıştır. En az bir kere diyorum. Lafın gelişi. Bütün o üçüncü sayfa haberlerini ileriye sürmeden bir kadının vücudundaki basit bir deliğin başa nasıl bela olduğunu anlatmak bu kadar kolay.
Cinselliğin mantıktan geçmediği, terbiye edilmesi imkânsız olan bir şey olduğu ileri sürülebilir. Yeni bir dili öğrenir gibi yeniden üzerinde konuşmak gerekiyor. Tutkusundan hiçbir şey kaybetmeksizin. Feminizmin okul müfredatlarına ders olarak getirilmesi şart. Yoksa anlaşamıyoruz. Herkes istediği yerden bakmak istiyor konuya. Birinin gözden kaçırdığını diğeri görüyor ve ifade ediyor olsa da kâr etmiyor. Örneğin yakın zamanda bir yazı yazıldı. Yazan kişi katili anlamaya çalışmıştı. Okuyan bizler de yazanı anlamaya çalıştık. Yazıda geçmiyor ama ben de yazan kişinin çıkış yaptığı yerlerde gezinmeye çalışayım.
Sistem içerisindeki erkeğin sisteme benzemediği takdirde toplumdan dışlandığı doğru. Buna “başka türlü olmaman” üzerine kurulmuş bir psikolojik baskı da diyebiliriz. “Erkek gibi erkek” gibi bir şey var ve bunun dışına çıkmamanız gerekiyor. Çünkü biçilmiş rolü giyinen erkekler yollarına daha kolay devam edebiliyorlar.
Yazıda geçen toplumun geneline yayılan sahtelik, samimiyetsizlik konusunda sanırım herkes hemfikir olabilir. Çünkü bu sahtelik aramızda kırıştırdığımız (paylaştığımız!) bir düzen. Buradan yola çıkılarak anlaşılmaya çalışılan katil, baştan kaybedilmiş kişidir oysaki. Bu yola kendini adamış, bu yola ayak uydurmuş ve büyük yanılgılarla karakterini oluşturmuş kişi. Tam olarak o topluma yakışan kişi. Yaşadığımız toplumu, Türkiye’yi herkesin kabul edeceği şekilde anlatmışsınızdır, doğru. Ama katili anlama üzerine çaba sarf etmeye gerek var mıdır emin değilim. Konumuz toplumdur, katil olmayı tercih etmiş kişi değil. İbret olur sadece: “Bu olmamanız gereken insan tipidir” diye. O kadar.
Katili anlamaya çalışmak bütün bir yolu kat etmeden, ışınlanarak olay mahalline varmaya benziyor. Hali ile ortadaki ölü her ne kadar uç örneklerle öldürülmüş olsa dahi ilginizi çekmiyor. Yaşayana bakıyorsunuz. Başını iki bacağı arasına almış, bir ileri bir geri salınan ya da bağıran, hâlâ tehdit savuran kişiye. Maalesef o insan bizi ilgilendirmiyor. Ciddiye alınmasına bile gerek yoktur diyeceğim de ölen insanlara rağmen bunu demek duygusuz bir soğukkanlılık olacak. O kadar ileriye gitmeyeyim ama enkaz bir toplumdan çıkan sakatlıkları affetmek, anlamaya çalışmak bu dünya için fazla gösterilmiş bir anlayış örneği. Hem öyle anlamaya çalışmaların sonu yok. Katili, masumu, izleyeni birbirimize bakıp durduğumuzu düşünün. Ee, sonrası?
Kastının derinliğinden dolayı sadece bir iç ses olarak kalması gerekiyor bu yönde düşüncelerin. İçten içe bunun diğer suçlar gibi ortak bir suçumuz olmasından dolayı ki bu “İsa”vari, çileci sahipleniş de ne kadar gereklidir, gerçekçidir tartışılır. (FG/HK)