Günlerden 14 Temmuz Pazar… Bir yaz gününden beklenmeyecek kadar serin ve gri bir İstanbul sabahı… Önümdeki ekranda Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun “Onze Minutos” kitabının İngilizce ve Türkçe baskısından yapılmış birer alıntı...
İngilizceye “Eleven Minutes” şeklinde çevrilen kitapta geçen cümle şöyle: “She went into the Internet cafe and discovered that the Kurds came from Kurdistan, a non-existent country, now divided between Turkey and Iraq.”
Bu da ilk Türkçe baskısı 2004 yılında Can Yayınlarından çıkan ve Türkçeye “On Bir Dakika” şeklinde çevrilen kitaptan yapılan diğer alıntı: “Maria bir internet kafeye girdi; internette, Kürtlerin Ortadoğu’da yaşadığı yazıyordu.”
Diğer bir deyişle, “Kürtlerin Kürdistan’dan, yani bugün Türkiye ile Irak arasında bölünmüş, var olmayan bir ülkeden geldiği” ifadesi Türkçe baskıda kendine yer bulamamış, bunun yerine “Kürtlerin Ortadoğu’da yaşadığı” ifadesiyle adeta geçiştirilmiş.
TIKLAYIN - Can Yayınları “Kürdistan” Geçtiği İçin Sansürlenen Kitabı Toplatıyor
Konuyla ilgili Twitter’dan yaptığı ilk açıklamada çevirmen Saadet Özen kısaca şöyle dedi:
“Ben ne gördüysem onu çevirdim. Coelho’nun bütün çevirileri en son kendi ajansına gider. Sadece çeviriler değil çıkacak röportajlara kadar her şeye ajans karar verir.
“Şahsen, hiçbir kelimeyi bilerek sansürleme hakkını bugüne kadar kendimde görmedim. Anlatılanı, söyleneni doğru bulup bulmamaktan bağımsız olarak yazar yazmışsa yazmış. Can Yayınları’nın yaptığına da şahit olmadım.
“Bu çevirinin de üzerinden yıllar geçti. Ancak yayıneviyle bu konuda konuştuğumuzu hiç hatırlamıyorum. Büyük ihtimalle konusu geçmiştir, fakat bana kimsenin ‘şöyle yapma böyle yap’ dediğini hatırlamıyorum.
“Kitap zaten tamamen başka bir hikâyeyi anlatıyordu. Coelho politik bir tartışmanın içinde olmak istemiş midir, olmamayı mı tercih etmiştir, kitabın genelinden çıkarılabilir bence.”
Özen daha sonra, yine Twitter hesabı üzerinden yaptığı açıklamada, “Tutun ki sansürlemek istedim. Kürdistan kelimesini kaldırdım. Ortadoğu’yu niye ekleyeyim? Hatta (kelimeden imtina eden kafa yapısı) Coelho’nun “Var olmayan ülke” tanımıyla mutlu olabilirdi de. Nasıl olduğuna dair daha fazla tahmin yürütmek, spekülasyona girer” ifadelerini kullandı.
***
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki daha önce yayıncılık alanında çevirmenlik yapmamış, dolayısıyla da o mecradaki işleyişe hâkim olmayan bir çevirmen olarak amacım kitabın çevirmeni Saadet Özen’e herhangi kişisel veya mesleki bir eleştiride bulunmak ya da bu bariz sansür için kendisine bir suçlama yöneltmek değil. Dahası, Can Yayınlarının sahibi Can Öz de Twitter hesabından yaptığı açıklamada tepki gösteren okurların haklı olduğunu ve durumun ilk baskıda düzeltileceğini ifade etti.
Fakat yine de Coelho’nun kitabından yapılan bu iki alıntıyı okuduğumdan beri bir çevirmen olarak çevirmenlikle ilgili düşünmekten, içten içe mesleğimi sorgulamaktan kendimi alamıyorum: Çeviri nedir? Çevirmen kime denir? Çeviri etiği nedir? Çevirmen kime ya da kimlere karşı sorumludur? İdeoloji ve güç ilişkilerinden azade bir çeviri pratiği olabilir mi? Ve - daha da önemlisi - hak odaklı bir çeviri anlayışı mümkün mü?
En baştan başlamak gerekirse, Türk Dil Kurumu (TDK) çeviriyi “bir dilden başka bir dile aktarma, çevirme, tercüme” olarak tanımlıyor. Böyle söylendiğinde - toplumdaki genel algıyı da hesaba katarsak - çeviri kulağa dünyanın en düz, en otomatik işlerinden biri gibi gelebilir. Çevirmenin de tıpkı kaynak metni kaleme alan yazar gibi içinde doğup büyüdüğü, isteyerek veya istemeden parçası olduğu tarihi, sosyoekonomik ve siyasi şartların bir parçası olduğunu bir an için aklımızdan çıkarabilirsek öyledir de aslında…
Fakat o şartlar varlığını hiç unutturmaz biz çevirmenlere. Biz bir cümleyi okuduğumuzda karşımızda sadece birbiriyle ilişkili bir kelime grubu değil, her çevirmenin elinde farklı şekil alabilecek bir ihtimaller denizi görürüz. Bir metni çevirirken sadece yazarının kim olduğunu değil, bizim elimizden çıkacak metni kimin okuyacağını da düşünür, yazarın söylediklerinin ötesinde söylemediklerini, satır aralarına gizlediklerini de anlamaya çalışırız.
Bazen bir kelimeyi veya söz öbeğini karşılayabilecek pek çok ifade olur. Böyle durumlarda biliriz ki kendi çevirimizde kullandığımız ve - belki de daha önemlisi - kullanmadığımız her kelime bilinçli veya bilinçsiz bir tercihin ürünüdür ve hayattaki her tercih gibi onun da arkasında sadece dilbilimsel değil, kişisel ve toplumsal bir dizi sebep yatar.
***
Çeviride sadakat kavramı çeviri(bilim) tarihi boyunca çokça tartışılmış, pek çok çevirmen ve çeviri kuramcısı bu konu üzerine kafa yormuştur. Peki, çeviride sadakat nedir ve çevirmenin kime sadık olması beklenir? Kaynak metne ve yazarına mı? Çeviri okurlarına mı? Yoksa kendine mi? Peki, bunların hepsi aynı anda mümkün olamaz mı?
Çeviride sadakat dendiğinde benim aklıma nedense ilk, Platon’un diyaloglarını çevirirken ölümden sonra yaşamla ilgili bölüme anlamı kuvvetlendirmek için metnin aslında olmayan “rien du tout” (hiçbir şey) ifadesini ekleyen ve sırf bu yüzden kitaplarıyla birlikte yakılan Etienne Dolet (1509-1546) geliyor. Çevirideki “sadakatsizliğinin” bedelini canıyla ödeyen ve bugün “çevirinin ilk kurbanı”, hatta “şehidi” olarak anılan Dolet…
“Neyse ki günümüzde durum bu kadar kötü değil” diyebilirsiniz elbette. O zaman, izninizle size William S. Burroughs’un “Yumuşak Makine” kitabını çeviren Süha Sertabiboğlu hakkında “halkın ar ve haya duygularını incittiği” gerekçesiyle 2011 yılında açılan davayı hatırlatmak isterim. Ve tabii Hakan Atilla davasında konuşmaları yabancı kaynaklardan çevirerek sosyal medyaya aktaran çevirmen Sebla Küçük hakkında Zeytin Dalı Harekâtı paylaşımları gerekçe gösterilerek açılan 2018 tarihli davayı da…
***
Peki, asıl konumuza dönecek olursak, Coelho’nun kitabında “bugün var olmadığını” söylediği, Türkçe çeviride ise tamamen yok edilen Kürdistan ifadesi bize ne söylüyor?
Kitabın orjinalinde bulunan Kürdistan kelimesinin Türkçe çeviride nasıl Ortadoğu’ya (ç)evrildiğini tam anlamıyla bilemesek de bunun bariz bir sansür olduğu su götürmez bir gerçek. Peki, bu durumda söz konusu çevirmen, editör, yayıncı - ya da bu sansüre imza atmış olan her kimse - kime sadık kalmış oluyor? O sık sık dile getirilen ve yeri geldiğinde hukuk ve adaletten bile yüksek tutulan “milletin duyarlılıklarına” mı?
Tüm bunları düşünürken aklıma Saadet Özen’in ilk açıklamasında kullandığı son cümleler geliyor: “Kitap zaten tamamen başka bir hikâyeyi anlatıyordu. Coelho politik bir tartışmanın içinde olmak istemiş midir, olmamayı mı tercih etmiştir, kitabın genelinden çıkarılabilir bence.” Konu özellikle edebiyat çevirisi olduğunda kaynak metin ve yazarına hala adeta kutsal gözüyle bakılan günümüzde bu boyutta bir sansür yazar üzerinden yapılan bir niyet okumasıyla meşrulaştırılabilir mi? Peki ya çeviri etiği, o bu fotoğrafın neresinde?
Söylediğim gibi, bir çevirmen olarak bu retorik - yani cevabı fazlasıyla açık olan - soruları sonsuza kadar sürdürebilirim, çünkü bence çevirmen olmak sadece dilleri evirip çevirmekten, kelimeleri eğip bükmekten ibaret değildir. Aksine, “çevirmenim” diyebilmek, kendinizi böyle tanımlayabilmek çeviri hakkında düşünmeyi, bu konuya kafa yormayı da gerektirir, özellikle de hak haberciliği yapan bir mecrada çalışıyorsanız.
Hal böyle olunca, Paulo Coelho’nun çevirmen, editör ya da yayıncı marifetiyle Kürdistan’dan Ortadoğu’ya (ç)evrilen “On Bir Dakika”sı sadece çeviri etiği değil, hak odaklı bir çeviri anlayışı konusunda düşünme gerekliliğini ortaya koymakla kalmıyor, sansürün - ve pek tabii, otosansürün - hayatımızın her alanına hâkim olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. (SD/EKN)