İçinde biraz çörek kokusu olsa... İçinde biraz acılı mı acılı dolma tadı olsa... İçinde biraz çeşit mi çeşit şeker olan cümleler/sözcükler misali olsa keşke her şey.
Ancak her şey orada kaldı...
Yani "çocukluk denen uzak ülke"de kaldı her şey.
Çocukken evlerimizde hamurlar vurulurdu bayramdan bir önceki gün olan arife günlerinde. O hamurları analarımızla / babalarımızla / ablalarımızla / abilerimizle ekmek fırınlarına götürürdük. Bir sürü çocuk olurduk fırının/fırınların önünde. O fırınlarda bir sürü hamur teştleri olurdu. Herkes sırasını beklerdi. O hamurlar çörek olurdu. Herkes kendi çöreğinin kokusunu bilirdi. Bundan dolayı kimse kimsenin çöreğini eve götürmezdi.
Fırınlardaki bekleyiş uzun sürerdi biz çocuklar için. Yine de beklemeye değerdi. Çörek kokusu fırınlardan biz çocukların burunlarının önünden geçip mahalleye, kûçelere karışırdı. Ve çok sonra pişmesini beklediğimiz çörekler pişerdi. Çörekler teştlere konurdu. Analarımızın/babalarımızın/ablalarımızın/ağabeylerimizin ellerinde, başlarının üzerinde çörek dolusu teştler olurdu. Evler çörek kokardı. Bütün şehir/mahalle/kûçe çörek kokardı bayram boyunca. Bazen de koku bayram sonrasında da sürerdi. Çünkü bazı evlerin çöreği hemen bitmezdi.
Sonra yemekler pişirilirdi akşamdan. Dolmalar, acıları dolmasına kadar sinmiş olan o hiçbir zaman bitmeyecek olan acılar, kırmızı mı kırmızı biber salçalı dolmalar yapılırdı. Birbirine benzeyen yoksul tencerelerinin içerisinde birbirine benzeyen yemekler olurdu hep. Bunun için yer sofrasına konulan yemekler aynıydı hep. Sadece sofraya oturanlar ve o sofradan kalkan insanlar farklı olurdu ve çöreklerin kokusu... Belki de hepsi aynıydı.
Bayramlıklarımız da olurdu. Sadece bayramlarda güzel, yeni elbiselerimiz olurdu. Ve hep büyük olurdu elbiselerimiz, ayakkabılarımız. Bir sonraki bayram/bayramlar giyilsin diye de saklanırdı. Bayramlardan sonra tekrar "kıçı yamalı çocuklar" oluverirdik.
Şekerler toplardık, ellerimizde torbalar sabah gün doğarken, şehrin üstünde soluk mu soluk bir ay dolanırken. Diyarbakır'da Bağlar'ın yoksul evlerinden o zamanlar şehrin en "lüks" semti olan Ofis'e oradan da bazen gücümüz yettikçe Suriçi'ndeki yoksul evlere kadar uğrardık.
En sevdiğimiz en çok toplamak istediğimiz şeker de birbirimizi kıskandırırcasına ağzımızın içinde dilimizle bir sağa bir sola götürerek erite erite bitirmek istemediğimiz "Türkan Şoray'ın göbeği" adını verdiğimiz yuvarlak kahverengi olanıydı. O en kıymetli şekerimizdi, hala da öyledir... Bunun için onu yemeye kıyamazdık... Her evde olmazdı... Biraz mı biraz iyi evlerde olurdu. Ne de çok severdik "Türkan Şoray'ın göbeği"ni.
Bazen topladığımız şekerleri yerdik. Çoğu zaman da eve getirirdik. Ve evdeki şekerler bittiğinde analarımız içinde "Türkan Şoray'ın göbeği"nin de olduğu topladığımız şekerleri verirdi eve gelen misafirlere. Bizim getirdiğimiz şekerler de bittiğinde analarımız bizi komşuya şeker getirmeye yollardı. Komşunun çocuğu da bize gelirdi şeker almaya.
Benzer zamanlarda ve farkı yerlerde buna benzer şeyler yaşanırdı bütün çocuklar için.
Sonra mevsimler geçti ve kimi zaman acılı, kimi zaman çörek kokulu, kimi zaman tatlı, kimi zaman şekerli, kimi zaman mağrur, kimi zaman yoksul, kimi zaman yoksun, kimi zaman istekli, kimi zaman mutlu, kimi zaman umutlu, kimi zaman inatçı, kimi zaman da "kıçı yamalı" günler azalmaya, yitirilmeye, kaybedilmeye başlandı.
Çocuklukla aramızdaki mesafe büyüyünce, o mesafeler özlemleri artırınca ve özlemler ki hüzünlü olmaya başlayınca her şeyin nasıl da bir bir azaldığını, yitirildiğini ve kaybedildiğini anlamaya, hissetmeye ve yaşamaya başladık.
Çocukluğumuz artık bize uzak bir ülke. Ve ne yaparsak yapalım gidemeyeceğimiz tek ülke orası... Çoğu zaman, aslında her zaman, özlüyor insan çocukluk denen o uzak ülkeyi... Özledikçe de başa dönülemeyen bir özlemdir, bir ülkedir bu artık...
Her ne kadar büyümüş olsak ve bayramın hissettirdiği duyguları hatırlamak güç olsa da analarımız/annelerimiz bizi anarsa ve bize seslenirse komşudan şeker almaya yollamak için, komşularınıza/sevdiklerinize gitmeyi sakın unutmayın. Çünkü evdeki şekerler ve bir zamanlar topladığınız şekerler bitmiş olabilir.
Cejnên pir bi şekir / Bol şekerli bayramlar.
Müşfik Kenter için
Birkaç cümle, üç dört sözcük de "bulutun patikada kaybolduğu yer"e giden Müşfik Kenter'e dair olsun.
"Ben Orhan Veli'nin sesiyim... Onlarca şiir okudum... Yüzlerce oyunda oynadım... Yüzlerce role büründüm... En sevdiğimi söyleyemem... Tiyatro tarihçisi oldum... Seslendirme ile de uğraşırım kimi zaman... Karakterlere ses olurum... Filmlerde oynarım... Dizilerde rol alırım... Kim bilir belki daha bin bir huyum vardır... Ama ne lüzumu var hepsini sıralamanın... Onlar da bunlara benzer... Ben Müşfik Kenter... En çok Orhan Veli şiirlerini okudum... "
O, bin bir kılığa girip bin bir huya ses oldu. Kimi zaman "Bir garip Orhan Veli'yim. Veli'nin oğluyum..." diyerek Orhan Veli'ye anlam ve ses oldu. Kimi zaman "Eğer beni resmine bakarken yakalamasaydı varlığımdan haberdar olmayacaktı. Hayır, ben ona aşık değilim. Ben onun resmine aşığım. Bir türlü anlatamadım bunu ona" diyen "Sevmek Zamanı"nın boyacısı Halil oldu. Kimi zaman uzaydan gelip panjursuz evlerimize davetsiz girip yıllar yıllı "gördünüz mü sizi güldürdüm" diyen çocukluğumuzun Alf'ı oldu. Kimi zaman herhangi bir sokaktan çıkıp bize "Pako'ya Mektuplar"dan "Koklamak, duymak, dokunmak yok mu yaşam skalanızda" diye sorarak herhangi bir sokağa sapan ses oldu. Kimi zaman da sinemamızın "hüzünlü kadın"ı Zuhal Olcay ile Ay Vakti, Gecenin Öteki Yüzü'nde buluşup "At kendini denize ne duruyorsun? Boşuna mı bu dünya? Benim yaşımın yarım kadarı bile yoksun. Güzelmişsin de. Derdin mi çok? Benden de mi çok? At kendini şurdan denize. Seni o paklar. Madem ateşin var ne duruyorsun karanlıkta? Hadi koş, hayata. Heyy, bre Karacaahmet! Kara mezarlık. Sana gelmeyeceğim işte. Var mı bi diyeceğin?" diyen ses oldu.
Güle güle bin bir kılığa girip bin bir huyun sesi olan adam... (KT/HK)